Timuçin Çevikoğlu İle Söyleşi

TİMUÇİN ÇEVİKOĞLU KİMDİR?

1965 yılında Adana’da doğdu. Ali İntizam’la kuram, merhûm üstad Ahmet Polatöz’le repertuar, ney ve kudûm çalıştı; Şener Yunusoğlu’dan Türk Müziği Tarihi ve Sanat Felsefesi konularında yararlandı. 1986 yılında girdiği Kültür Bakanlığı’nda, Sanatçılık, Topluluk Genel Yönetmen Yardımcılığı, Solist Sanatçılık, Koro Şefliği ve Klâsik Türk Müziği Araştırma ve Uygulama Topluluğu Genel Yönetmenliği görevlerinde bulundu. Selçuk Üniversitesi (1994) ve Afyon Kocatepe Üniversitesi (1999) Devlet Konservatuarlarının kuruluş çalışmalarında görev aldı. Öğretim Görevliliği, Türk Müziği Bölüm Başkanlığı yaptı, İcrâ Heyetlerini yönetti. Çeşitli zamanlarda TRT’ye, radyo ve televizyon için müzik programları ve belgeseller hazırladı. Birçok programda danışmanlık, metin yazarlığı ve müzik direktörlüğü yaptı. Yurtiçi ve dışında yayınlanan birçok sesli yayında icrâcı ve yönetmen olarak yer aldı. Selçuk Üniversitesi’nde Müzik Eğitimi Dalında Yüksek Lisansını tamamladı (1999). Doktora çalışmasını sürdürmektedir. TRT Repertuarında çeşitli makamlardan bestelenmiş şarkı ve saz eserleri; çeşitli dergilerde ve yayın organlarında yayınlanmış makâle ve yazıları bulunmaktadır. Bir çok ülkede solist olarak Türkiye’yi temsil etmiştir. Devlet Görevlisi olarak bulunduğu ülkeler arasında Avusturalya (Sydney 1987), Irak (Bağdat, Bâbil 1989), ABD (New York, New Jersey, Massachusetts 1991), İspanya (Barcelona 1991), Hindistan (Yeni Delhi, Agra 1991), İspanya (Sevilla 1992), Fransa (Paris, Lille 1994), Hollanda (Amsterdam, Nijmegen, Groningen, Eindhoven, Den Haag, Utrecht, Arnhem, Rotterdam 1995), Belçika (Berchem, Kortrijck, Hasselt 1995), Almanya (Mannheim, Singen 1995), Avusturalya (Adelaide 1996), Çin (Shanghay, Beijing 2001), KKTC (Lefkoşa 2003), Makedonya (Üsküp, Gostivar 2006), ABD (Washington DC, Berkeley, San Fransisco, Seattle, Portland 2006) sayılabilir. Çevikoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki sanatçılık görevini sürdürmekte, Bakanlığın Klâsik Türk Müziği ve Türk Tasavvuf Müziği ile ilgili bazı faaliyetlerinde ve yayın çalışmalarında Sanat Yönetmenliği yapmaktadır.

Röportaj

Efendim, Hocanız Ahmet Polatöz’den bahsederek söyleşimize başlayalım isterseniz.

Ahmet Hocam 1934 yılında Adana’da doğmuş. Klâsik Türk Müziği ve Dinî Mûsikîyle ilgilenmiş, üniversite yıllarında İstanbul’da Osman Dede, Gavsî Baykara, Ulvî Erguner, Burhâneddîn Ökte, Halîl Can, Saadeddîn Heper gibi önemli sanatkârlardan yaralanma imkânı bulmuş, ayrıca Aka Gündüz Kutbay, Doğan Ergin, Ârif Biçer, Ekrem Vural, Fahreddîn Çimenli, Kâni Karaca gibi son dönemin önemli sanatkârları ile beraber olmuş, kıymetli bir sanatkârdı. Ancak mûsikî ile profesyonel olarak ilgilenmeyi düşünmemiş, yüksek öğreniminden sonra Adana’ya dönmüş. Hakîkaten üst düzey bir sanatkâr ve çok kıymetli bir insandı. Ben tanıdığımda hocam Elektrik İşleri Etüt İdaresinde çalışıyordu. Adana’ya döndükten sonra bütün ciddî müzik çalışmalarının içerisinde bulunmuş, Halkevi’nde, sonra da arkadaşlarıyla kurduğu dernekte hocalık yaptı. Adana’daki tek neyzendi ve neyle uğraşan çok kişi de yoktu şimdiki gibi, birkaç üfleyen meraklı ve ney öğrenmek isteyen birkaç kişi olurdu, çok fazla ilgi yoktu neye karşı. Şimdi çeşitli sebeplere bağlı olarak bu ilgi çok fazla. Ahmet Hocam Adana’ya döndükten sonra Eczâcı Mahmut Akan, Zeki Torun, Uğur Türe, Ümit Öcal, sonraları kısa bir süre benim de istifâde etmek imkânı bulduğum Ârif Nihat Aka, Kâni Karaca’nın da hocası olan Gâlip Ongül ve Mahmut Soyarslan gibi mûsikîşinâs arkadaşları ile beraber mûsikî faaliyetlerini sürdürmüşler, şimdi neredeyse hiçbiri kalmadı, kalanlar selâmette olsunlar, göçenler nûr içinde yatsınlar. Çok ciddî işler yapmışlar. Şimdi o dönemde orada icrâ edilen repertuara bakıyorum, bugün Klâsik Müzik icrâ etmek için kurulmuş profesyonel koroların repertuarlarından çok ilerde…

O küçük icrâ gruplarında mı geçilmiş bu eserler?

Tabii, müziğin nerede yani hangi kurumun çatısı altında yapıldığı önemli değil. Kimlerin hangi niyetle yaptığı önemli. Ben, hemen hepsini tanıdım, adını saydığım bu insanların. Büyük bir ciddîyetle, çok severek, âdetâ ibâdet eder gibi müzik yaparlardı. Başta hocam tabii… Öğretmeyi çok seven, öğrencileriyle ciddî şekilde ilgilenen bir insandı. Neyzen ve kudûmzendi. Benim iki hocam olmuştur Adana’da. Yine Ahmet Hocamın öğrencilerinden Ali İntizam Hocamdan çok faydalandım ben. Benimle çok ilgilendi, çok şey öğrendim Ali Hocamdan. Ali Hocam da kudûmzendir. Ahmet Hocam, hem Ali İntizam hocamın hocasıdır, hem de benim hocam olmuştur. Ayrıca o dönemde Adana’da noterlik yapan Şener Yunusoğlu’nun mûsikî sanatımıza ve genel olarak sanata bakışı da beni çok etkilemiştir. Şener Ağabeyin sohbetlerinden de çok şey öğrendim. Ahmet Hoca’mı maalesef en verimli olduğu dönemde, genç bir yaşta kaybettik, 51 yaşında âni bir kalp krizi ile Hakk’a yürüdü. Çok şey anlatabilirim Hocam hakkında, ama en önemlisini söyleyeyim, hayatı boyunca müzik çizgisinden hiç tâviz vermemiş, klâsik müziği çok seven bir insandı. Hafifliğe ve disiplinsizliğe aslâ müsamahası yoktu. Titiz, ciddî, son derece sert görünümlü fakat aslında sevgiyle dolu, yumuşak ve çok duygulu bir insandı.

Ahmet Polatöz’den, hocası Gavsî Baykara’ya geçebilir miyiz?

Gavsî Dede, Yenikapı  Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâkî Baykara’nın büyük oğlu. Neyzen ve kudûmzen. Tabi Mevlevî olduğu için semâzen, 1950’den Hz. Mevlânâ’yı Anma Törenleri’nde semâzenbaşı ve postnişîn olarak da bulunmuş, bu gelenek açısından çok önemli bir şahsiyet. Mevlevîhâneler 1925’de kapanmasa, Gavsî Baykara Yenikapı Mevlevîhânesi’nin şeyhi olacak. Nâsır Abdülbâki Dede’nin torununun torunu olur. Hatta Kutbü’n-nâyî Osman Dede’den gelen bir silsilenin devamı. Kutbü’n-nâyî  Osman Dede’nin de torunudur Ali Nutkî Dede, Nâsır Abdülbâkî Dede, Künhî Abdürrahîm Dede de mâlumâliniz kardeştirler. Nâsır Abdülbâkî Dede’nin oğlu Osman Selâhaddin Dede, onun oğlu Mehmed  Celâleddin Dede, onun oğlu Abdülbâkî Baykara, onun da büyük oğlu Gavsî Baykara. Yani o meşk silsilenin de devamı. Şöyle bir sonuç çıkıyor. Mevlevîlik kültürü içerisinde yaşamış bir ailenin kaçıncı kuşak evladı oluyor. Kütahyalı Ebûbekir Efendi, Ali Nutkî Dede, Nâsır Abdülbâkî Dede ve Künhî Abdürrahîm Dede’lerin babalarıdır. Bu ailenin kontrolündeki Yenikapı Mevlevîhânesi, III. Selîm Dönemindeki klâsik müzik ekolümüzün de içinde geliştiği noktadır. Biliyorsunuz Hammâmîzâde İsmâîl Dede Efendi Yenikapı Mevlevîhânesinde çileye soyunduğu zaman şeyh Ali Nutkî Dede idi. O zaman Nâsır Abdülbâkî Dede neyzenbaşıydı, ve Dede Efendi’nin ney hocası olmuştur. Künhî Abdürrahîm Dede de kudûmzenbaşı imiş o dönemde. Yani demek ki, büyük Dede Efendi’yi yetiştiren aile de o ailedir.

Yani size gelen bu büyük silsile diyebilir miyiz ?

Bize gelen demeyelim. Bunları Gavsî Baykara’yı anlatmak için söyledim. Bize onlardan ne nasîb oldu, ne kaldı, bilemiyorum, bir şey diyemem. Kendimi bu silsileye lâyık da görmüyorum. Hocam nûr içinde yatsın, çok uğraştı bizimle ama ben çok gençtim, yani 20 yaşımda bile değildim hocamı kaybettiğimde, onun aktardıklarının ne kadarını alabildim, bilemiyorum. Ama bu silsile hakkında şu tespiti yapalım, Mevlevî Âyinleri Türk Mûsikîsinin en sanatlı ve en önemli eserleridir. Bunların ilk örnekleri olan üç âyin var. Bunlara Beste-i Kadîm diyoruz. Sonra bestecisi bilinen ilk Mevlevî Âyini Dervîş Mustafa Dede’nin Bayâtî Âyin-i Şerîf’i var. Ondan sonra Itrî’nin Segâh Âyini gelir ve sonra da Kutbü’n-nâyî Osman Dede’nin dört âyini vardır. Mevlevî Âyini formunun tüm özellikleriyle belirişi bu eserlerledir. Yani Kutbü’n-nâyî  Osman Dede’nin eserleri Mevlevî Âyini formu açısından çok önemlidir. Kutbü’n-nâyî Osman Dede, bundan önce saydığım âyinler besteleyen üç dedenin de dedeleri olduğuna göre bu aile bir bakıma Mevlevî Mûsikîsi’nin her zaman içinde olan ve hatta onu oluşturan bir aile oluyor. Gavsî Baykara da kardeşi Rüsûhî Baykara ile beraber, bu aileyle süregelen müzik geleneğinin Mevlevîhâneden kalan son temsilcisidir. Gavsî Dede, 1925 yılında Mevlevîhâneler kapandığında askerdeymiş. Askerden dönünce bakmış ki, ne Mevlevîhâne var, ne âyin var, ne semâ… Son dönemde yazılmış bir biyografiden, babası Şeyh Abdülbâkî Baykara’nın da Mevlevîhâneler kapandıktan sonra son derece zor dönemler geçirdiğini öğreniyoruz, maddî bakımdan da tabii… Mâişetini temin için başka yapabileceği bir şey yok, bir iş de yok, neyiyle hayatını kazanmaya gayret etmiş, ney nerelerde üflenebilirse oralarda üflemiş… Sıkıntılı bir hayat geçirmiş ve ölümü de zor şarlarda olmuş… Allah rahmet eylesin.

Mevlevî Âyinlerine gelmişken sizin bu konuda çalışmalarınız var. En son Ahmed Avnî Konuk ile ilgili yaptığınız bir çalışma var bundan bahsedebilir miyiz?

Mevlevî Âyinleri ile ilgili çalışmalarım eskiden beri var. Rahmetli Ahmet Hocam ve Ali Hocam ile başladım Mevlevî Âyinleri ile ilgili çalışmalarıma. Sonra da hep sürdü. Şu anda da devam eden bir doktora tez çalışması yapıyorum. Aslında uzun süredir en çok bu konu üzerinde durduğumu söyleyebilirim.

Ahmed Avnî  Konuk’tan da bahsedersek …

Ahmed Avnî Konuk aslında besteciliğinin çok ötesinde bir tasavvuf bilginidir. Hz. Mevlâna’nın, Muhyiddîn İbn-i Arâbî Hazretlerinin, tasavvufun büyüklerinin kitaplarını şerh etmiş önemli bir bilgindir. Tabi ki besteciliği de var. Zekâî Dede’nin öğrencisi, hatta yaşadığı dönemde en iyi öğrencisi olarak tanındığını kaydeden kaynaklar var. Ahmed Avnî Konuk üç Mevlevî âyini bestelemiş, Mevlevîhaneler kapanmadan hemen önce. Bunlardan Rûy-i Irak makâmından olanının bir kaydı var elimizde. Şimdi Bûselik-Aşîrân Âyin-i Şerîfini yayınlamak üzere icrâ ediyoruz. Bu çalışmalarımız çerçevesinde daha sonra Dilkeşîde Âyini Şerîf ve Rûy-i Irak Mevlevî Âyinlerini de yayınlamak istiyoruz. Rûy-i Irak Âyini icra edilmiş derken albüm olarak çıkmamış ama bir icrâdan kaydı var elimizde. Bu CD’ler, Ahmed Avnî Konuk’un bestecilik yönünü de tanıtacaktır. Çünkü Mevlevî Âyinlerini besteleyen bestekârlar, bestekârlık konusundaki tüm birikimlerini ve dehâlarını Mevlevî Âyini bestelemeye sarf ediyorlar. Rauf Yektâ Bey’in işaret ettiği gibi, bu bakımdan Mevlevî Âyinleri Türk Mûsikîsinin en büyük ve sanatlı eserleridir. Ahmed Avnî Konuk’un başka eserleri de var tabii, âyinlerinden başka büyük bir kâr-ı natık’ı var, Dilkeşîde ve Rahâtü’l-ervâh’tan klâsik takımları var. Bütün bu kıymetli eserlerin icrâ edilip, yayınlanmasını diliyoruz.

Bu isimlerden bahsederken fark ediyoruz ki bir meşk silsilesi var. Mûsikîmizde meşk silsilesi çok önemli bir kavram mı, bu konuda ne dersiniz?

Meşk silsilesi mûsikîmizde çok önemli, ancak herkesin bir iz takip ederek kendini bir yerlere dayandırması çok gerçekçi olmayabilir. Az önce de söylemeye çalıştım, günümüzde mûsikî ile ilgilenen bir şahıs, bilmem kaçıncı kuşaktan, filanca üstâdın talebesiyim diyebiliyor. Ama meşk silsilesi öyle devam etmiyor ki. Öyle olursa herkes bir yere dayanır. Ben de Nâsır Abdülbâkî Dede’nin öğrencisi olurum, hatta Kutbü’n-nâyî Osman Dede’nin öğrencisi olurum ama bu gerçeği yansıtmaz. Sonra bizdeki hâl onların hâline benziyor mu? Mûsikîye bakışımız benziyor mu? Yoksa, hepimizin Âdem babanın evlâdı olmamız gibi bir sonuç çıkar ortaya, değil mi ? Yani o meşk silsilesi öyle devam etmez her zaman. Ha ediyorsa, etmişse o başka… Bugün için daha çok çaba göstermek gerek. Bizden öncekilerden, bizden çok bilenlerden almak, aldığımızı doğru anlamaya ve algılamaya çalışmak ve üzerinde çalışarak emek vererek, bozulmasına, dejenerasyonuna izin vermeden doğru insanlara aktarmaya çalışmak gerekir.

Bugünkü imkânlar dünkü imkânlardan daha geniş ama bizim şu anda Dede Efendi, Zekâî Dedemiz yok. Nedeni nedir sizce?

Olmasına imkân yok. Dede’yi, Zekâî Dede’yi yetiştiren sadece aldıkları mûsikî dersi değil ki. Eğer o günkü anlayışı ve yaşantıyı bugün de sağlayabilirseniz olur. Ama onu sağlayamazsanız nasıl olabilir ki. Bu hâlimizle Dede’leri çıkaramayız. İnanıyorum ki Dede’lerin düzeyinde yeteneğe ve hatta dehâya sâhip, o potansiyeli taşıyan insan var. Ancak onu yetiştirecek ve destekleyecek bir ortam maalesef bugün yok. Mevlevîhaneler yüzyıllar boyunca yüksek müzik eğitiminin ve icrâının yapıldığı kurumlar olmuş. Sebebi mâlum, Hz. Mevlâna mûsikîye bir kutsiyet atfediyor. Mûsikîye “elest bezminin âvâzesi” diyor. Yani “Cenâb-ı Allah’ın ruhlara seslendiği lîsan” diye nitelendiriyor mûsikîyi. Yani böyle yüksek bir noktaya koyuyor. Bizzat kendisinin ve Mevlevîlik tarîkatının kurucusu sayılan oğlu Sultân Veled’in rebab çaldıkları söyleniyor. Hatta kaynaklar torunu Ulu Ârif Çelebi’nin de mûsikî ile ilgilendiğini söylüyor. Hz.Mevlânâ döneminde yaşayan efsânevî bir neyzenden söz ediliyor, Kutbü’n-nâyî Hamza Dede’den. İlk kez kutbü’n-nâyî unvânı Hamza Dede için kullanılmış. Daha sonra da devrin en büyük neyzenine böyle hitâb edilmiş. Bugün için Niyâzî Sayın Hocamız bu makâma lâyık şahıstır. Allah uzun ömürler versin. Ancak bugün Niyâzî Sayın hocamızın yetiştiği ortam da yok.

Hep geçmişten bahsettik Hocam, şimdi günümüzde mûsikîmiz adına bir profil çizebilir miyiz?

Günümüzde mûsikîmiz adına çizeceğimiz profil maalesef hiç iç açıcı olmaz.

Sebepleri nelerdir?

O anlayıştan çok uzaktayız sanırım. Ama bu asla umutsuzluğa düşeceğimiz bir durum değil. Yakın düne göre, durumun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Gençler bu yüksek müziğe yakın dünden daha çok ilgi duyuyor. Bu iyiye gidişin başlangıcı olabilir. Böyle hissediyor ve aslında böyle de görmek istiyorum. Ancak  âcilen yapılması gerekenlerin yapılmadığını görmek üzücü. Eğitim en önemli konu, eğitim kurumları olması gereken düzeyden uzak, konservatuarların durumu hiç iç açıcı değil. Onun dışında resmî olmayan eğitim kurumları var, dernekler, özel topluluklar gibi. Ancak insanların toplanıp, niteliksiz repertuarları çalıp söylediği yerler, eğitim kurumu sayılamaz. Ya da yapılan faaliyetler eğlence maksadıyla yapılıyorsa sanat ve kültür adına katkı beklenemez. Rakamlardan, istatistiklerden söz ediliyor. İstanbul’da bine yaklaşmış amatör korolar, Ankara’da üç yüzü aşmış ama bunların ne yaptıklarına bakmak lazım. Sayı önemli değil. Biz elli yüz kişi bir araya gelsek, yesek, içsek, hep aynı faydasız basit ve niteliksiz şeyleri çalsak, söylesek kime ne faydası olur. Dolayısıyla böyle yerlerin sayıca çok olmasına sevinmemeliyiz. Klasik Müziğimiz öncelikle korunmalı, layık olduğu şekilde ve yapısına uygun bir biçimde icrâ edilmeli, tanıtılmalı, zenginliği korunmalı ve yaşatılmalı. Bugün bestelenen eserler bakımından da durum hiç iç açıcı değildir. Mesela bugün beş-altı makâm, iki-üç usûl, bir-iki form kullanılıyor. Son dönemde bestelenenlerin etkisiyle repertuardaki altı yüz’ü aşkın makâmdan sadece altı tanesinden bestelenenler, bugün neredeyse repertuarın yarısına gelmiş. Yirmi tanesinin toplamı ise repertuarın yüzde yetmiş iki’si. Demek ki bir hazîne var ama farkında değiliz ve kullanamıyoruz. Usûller ve formlar açısından da durum aynı. Klâsik Türk Müziğini icrâ etsin diye kurulmuş adını da bu müzik türünden alan resmî sanat kurumlarının önemli bir kısmı bu müziği icrâ etmek arzusunda ve yeterliliğinde değil.

Dinleyici için de bir kültürel düzey gerekiyor.

Tabî ki. Klâsik müzikler kolay tüketilen müzikler gibi hemen, kolayca algılanamazlar. Gerekli olan temel kültür, bilgi ve birikim yoksa algılanması zorlaşır. Bu yüzden, bu müzik hem üst seviyede icrâ edilip dinletilmeli ve hem de anlatılmalıdır. Bugün ikisi de yapılmıyor. Halbûki gerektiği gibi icrâ eder ve anlatırsanız anlaşılacak ve hem duyuş, hem düşünüş ve hem de kültürel yükselme o andan itibaren başlayacaktır

Mevcut şartlar içinde devlet ile bu işin olmayacağı ve özel sektöre yönelmek gerektiği düşünülüyor.

Bu son derece büyük bir hata olur. Devlet bu kültürü korumalıdır. Devlet bunu yapmazsa neyi yapacaktır. Özel sektörle hiç olmaz, bu tamamen devletin işidir. Özel sektör eğer ilgileniyorsa destek olsun ama bu kültürü korumak gibi bir görev özel sektörden beklenemez. Bu kârlı bir şey değil, para getirmez. Sâdece bu kültürü yaşatmak için karşılıksız para harcayacaksınız. Özel sektör bunu yapar mı? Bunun bir patronu olursa, ben bunları sevmiyorum, şunları istiyorum diyebilir, ben eğlenmek istiyorum, çalın oynayalım diyebilir, bunları kimse dinlemiyor, halk ne istiyorsa onu çalın, halka rağmen sanat olmaz diyebilir… Bugün maalesef devletin kurumlarını yönetenler, ceplerinden bir şey çıkmadığı hâlde bile böyle diyorlar. Zâten ne geliyorsa başımıza bundan geliyor. Bu kültür her zaman devlet himâyesinde olmuştur ve mutlaka devlet himâyesinde olmalıdır. Bu kültür ve sanatın bütün yükseldiği dönemler, devlet tarafından önemle ve doğru bir şekilde himâye edildiği dönemlerdir. Timur’un Merâgî’ye desteği olmasa ya da III. Selîm böyle ilgilenmese Dede’den bu eserler vücûda gelebilir miydi acabâ? İbn-i Sinâ bin yıl önce uyarmış bizi, “İlim ve sanat takdîr edilmediği yerden göç eder” diye. Ancak bu kültür ve sanatın şu an devlet elindeki durumu çok kötüdür, bu düzeltilmelidir, baştan atmadan düzeltmeye çalışılmalıdır, düzeltilebilir.

Türk Müziği Araştırma Merkezi’nden bahsediliyor hocam bu konu için ne dersiniz?

Aslında Türk Müziği Araştırma Merkezi’nden bahsedilmiyor, bahsedilsin diye çok uğraşıyoruz. Bize göre şu anda en çok ihtiyaç duyulan şey doğru kurulmuş ve verimli çalışan bir dokümantasyon ve araştırma merkezidir. Bundan bir ay kadar önce, kıymetli bir müzik adamımızdan bir haber aldım. Elli yılı aşkın süre önce, İstanbul’da öğrenciyken tanıştığı, atadan, dededen İstanbullu bir aileden kendisine intikâl eden bir koleksiyondan söz ediyor. Eski harflerle yazılmış eski notalar ve plaklar içeren bu koleksiyonda, bugün hiç kimse tarafından bilinmeyen ve repertuarlarda bulunmayan yüzlerce eser listelenmiş durumda. Evlerde, özel koleksiyonlarda, resmî kurumların, müze ve kütüphânelerin depolarında binlerce doküman çürüyor. Evlerde bu koleksiyonların ne işi var. Yurtdışında, Türk müziği konusunda yapılan akademik çalışmalar, Türkiye’de yapılanlardan kat be kat, fersah be fersah ilerde. Eğitim ve icrâ konusunda araştırma bekleyen, üzerinde çalışılması gereken karanlıkta kalmış birçok konu var ama böyle bir merkez yok.

Biraz bilgisizlik sorunumuz var sanırım.

İlgisizlik var. Türk Mûsikîsi konusunda ciddî araştırmalar yapacak bir kurumsal yapıya ihtiyaç var. Bunun evvela önemi ortaya konulmalı. Bunun çok önemli ve âcil olduğuna inanıyorum. Çok zaman kaybettik ve yarın çok geç olacaktır.

Konservatuarların durumu nasıl sizce?

ÖSS’den taban puan alan bir öğrenci, konservatuarların özel yetenek sınavına girebilmektedir. Böyle bir öğrenci, diğer öğrencilere göre daha az bilgiye sahip, çalışmayı sevmeyen, okuduğu derslerle edinmesi istenen temel bilgileri de özümseyememiş, daha az kitap okuyan… vs. bir öğrencidir.  Müzik, bir ilim ise ki öyledir, bunu kavrayabilmek için ciddî ölçüde bilgi temeline, ciddî ve disiplinli çalışmaya ihtiyaç vardır. Sadece yetenek yetemez.  Dikkat buyurunuz, ciddî bilimsel çalışmalar çoğunlukla konservatuar çevrelerinden değil, konuya yakınlık duyan mühendis, doktor gibi başka meslek grubundaki insanlardan çıkıyor. Müzik kurumlarında yapılan tezlere bakıyoruz, son derece ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Bir çok tezin içeriği boş. Yaşayan bir müzik adamının hayatını anlatan tezler var. Yaşayan birinin hayatı tez olur mu? Buna tez değil röportaj denir. Konservatuarların eğitim programları incelenmeli, makâm, usûl, form, repertuar ne kadar öğretiliyor, nasıl öğretiliyor… Buradan mezun olanların hangi vasıfta ve hangi misyona sahip olarak mezun olması isteniyor, olanlar nasıl? Yanlış nerelerde? Bu sorular samimiyetle cevaplanmalı ve durum bütün gerçekliğiyle gözler önüne serilmelidir. Ancak o zaman çözüm bulunabilir. Zaten aslında böyle de olacaktır. Ben bu kültürün bu şekilde geçecek bir zamanda tükenip yok olacağına inanmak istemiyorum.

Mûsikimizin bu gün icrâ noktasındaki sorunları nelerdir?

İcrâ ile ilgili de bir çok sorun var. Bugün adına Klâsik Türk Müziği dediğimiz müzik türü, tarih boyunca, değişik dönemlerde, az ya da çok farklı ses ve saz topluluklarıyla icrâ edilmiştir. Bu müziğin repertuarında birbirinden çok farklı tarz ve üslûplarda bestelenmiş eserler yer alır. Bu eserlerden hangilerinin, hangi ses veya saz topluluklarıyla, hangi üslûplarla veya hangi âhenklerle icrâ edilmesi gerektiği bilinmemektedir. Batıya öykünerek oluşturulmuş büyük korolar var. Ama bu müzik, koro ile icrâ edilmeye uygun bir müzik değil. Korolar da zaten koral icrâ yapabilecek şekilde oluşmamış, insanlar toplanmış hep bir ağızdan söylüyor. Yapılıyor ve yapılacaksa bile, Türk Mûsikîsi için koral icrânın özellikleri ortada değil. Sesleri nasıl olmalı, kaç kişi, hangi özellikte, sazları kaç kişi hangisinden kaç tane, nasıl çalınmalı, nasıl söylenmeli, şef ne vasıfta olmalı, ne gibi işlevleri olacak, bu konular belirsiz. Nitekim koroların başarılı olamadıkları görülüyor. Ayrıca bu hantal yapıdaki büyük korolar, izleyici ile buluşmakta da zorluk çekiyor. Aslında herkes biliyor ki izleyici koro icrâsını sevmemiştir, eğer izlediyse bu müziği sevdiğinden ve alternatif bulamadığından izlemiştir, koroyla icrâsını çok sevdiğinden değil; bu çeşit icrâ televizyonda yayınlanmış sevmemiş, konsere gitmiş sevmemiştir. Çünkü Türk Mûsikîsi’nin özelliklerini yansıtacak icrâ yok ortada, perde hassâsiyeti yok, usûl ortada yok, üslûp zaten olamaz… Meselâ bir koroda beş on keman bulunuyor, kemanın hâkim olduğu bir ses duyuluyor. Viyola, viyolonsel, kontrbas… On beş tane bu tür Batı yaylı sazının bulunduğu bir koroda neyin, tanburun duyulmasına imkân var mı? Beş tane kanunun yan yana çaldığı bir müzik grubunda, akortlu ses duyma ihtimâli bile yok. Beş tane kanun yan yana çalamaz. Çünkü bunların hepsinin yapıldığı deri aynı deri değil, hepsinin mandal sistemi aynı değil. Aynı usta yapmamış. Çalanların duyuşları, üslûpları birbirinden farklı. O zaman şöyle bir şey olur; hızar makinesi gibi bir ses duyulur, müzik değil de bir uğultu gibi gelir. Klâsik Türk Müziğinin nasıl icrâ edilmesi gerektiği, nasıl topluluklarla icrâ edilmesi gerektiği, saz konfigürasyonları, belki sazların hangi üslûpla çalması gerektiği de bu sözünü ettiğimiz çalışmaların içindedir. Ben bir parça, ney ve kudûm ile de meşgul olduğum için, ICANAS 38 toplantısında ney ve kudûmle ilgili bazı şeyler söylemiştim.

Kudûmün yapımı ve neyin de üslûbu ile ilgili…

Günümüzde ney, geleneksel ney üslûbundan uzaklaştı. Tabî popüler kültürün bu yönde çok olumsuz etkileri var. Ney sesi maalesef artık flütleşiyor; yan flüt mü, pan flüt mü belli değil. Aslında sorun kaval için de aynen geçerlidir. Kavalın asîl üslûbunun bozulduğu kötü bir piyasa tarzı var. Bu tarz şimdi ney üslûbuna da hâkim olmak üzere. Aygın baygın, ağlayan inleyen nağmeler… Kudûm kullanılacak bir müzik yok ortada ama kullanıldığında da Hint tablası gibi bir ses geliyor… Hangi eserde nasıl kullanılacağı bilinemiyor kudûmün… Hâlbuki, usûl temelinde yapılan bir müzik bu, hem bestelenirken hem icrâ edilirken o temel üzerinde… Böyle olunca temelden başlıyor sorun.

Ve klâsik müziğimize ilgi de, sanırım istenen düzeyde değil.

İlgi var aslında bakın burada bu müziği tanıma imkânı bulmuş, bir hayli genç var. Bundan fazla ilgi nasıl olsun ki… Nereden dinlesin de ilgi duysun insanlar? Korolar var, bu korolar televizyon programı yapıyorlar. O korolarda çalışan sanatçılar bile bu programları zevkle dinlemezler. O zaman bu sözün üstüne söylenecek söz yok. Koro sanatçıları, kendi korosunun ya da diğer koroların programlarını izler mi? Hayır izlemez. O zaman bunun sevilecek hâle gelmesi, evvelâ çalanın, söyleyenin, hattâ yönetenin sevmesine bağlı. Bunun içinde ciddiyetle çalışmak gerekir. Dostlar alışverişte görsün diye yapılan işlerden bir an önce vazgeçmek gerekir.

Klâsik Mûsikîmiz ile ilgili soruda önce güzel bir tablo çizdiniz ama sonra hangi alana el attıysak durumun hiç de iç açıcı olmadığı görüldü. Nasıl, nereden  iyiye gittiğimiz yönünde bir kanaate sahip oldunuz?

Mesela bakıyorum ben, gençler bu işe çok ilgi duyuyorlar. Gençlerden çok ümitliyim. Zaten gençler gelecek demek değil mi? Şimdi biz burayı: “Yegâh’ı” oluşturduk, hiç duyuru da yapmadık. Belki yapıldıysa duyuru sizler yaptınız. Buraya bu kadar insan toplandı. Her gün arayanlar oluyor. Genç insanlar bu müziğe ilgi duyuyorlar. Onlar eğer doğru yöne yönelebilirlerse, her şey yarın bugünden çok daha iyi olacak. Zaten bu konular dün hiçbir yerde konuşulmuyordu, yazılmıyordu. Bu gün bir röportaj yapıyoruz, dün bir televizyon programı vardı, ondan önceki gün bir panel vardı. Orda konuşuldu, burada konuşuldu, biz de konuşuyoruz, başka insanlar da konuşuyor. Şimdi bizim neye ihtiyacımız var? Bu düşüncelere destek olacak yöneticilere ihtiyacımız var. Sayın bakan, sayın müsteşar, sayın genel müdür, sayın TRT genel müdürü, sayın TRT’den sorumlu devlet bakanı bunların desteğine ihtiyacımız var. Halledilmeyecek bir şey yok. Her şey iyiye gider, hem de hızlı gider. Yeter ki doğru niyetlerle doğru adımlar atılsın. Siz de buna katkıda bulunuyorsunuz.

Mûsikîmizden Mevlânâ’ya bir geçiş yaparsak, sizin bu konuda da bir takım çalışmalarınız var.

Çalışmalarımın Hz. Mevlâna ile ilgili kısmı da var ama asıl olarak Mevlevî müziği ile ilgilidir.

Kültür Bakanlığı Sanat Yönetmenliğini yapıyorsunuz.

UNESCO ile Kültür Bakanlığı’nın birlikte yaptığı Mevlâna Tanıtım Yılı   faaliyetlerinde Sanat Yönetmeni olarak görev yapıyorum.

Bu vesîle ile yurtiçi ve yurtdışında bir çok çalışmada yer alıyorsunuz. Mevlânâ’yı tanıtırken bir takım  eksikliklerimiz var mı? Doğru anlatabiliyor muyuz? Bilhassa yurtdışındaki insanların Mevlânâ ve Mûsikîmize bakış  açısı nasıl?

Hz. Mevlâna’ya karşı çok büyük bir ilgi var. Biliyorsunuz UNESCO 2005 yılında “Mevlevî Müziği”ni ve “Semâ”yı, “Sözlü ve somut olmayan kültürel miras” listesine aldı ve başyapıt ilan etti. Dolayısıyla tanıtım ve ilgi çok fazla. Zaten sever de insanlar Mevlâna’yı. Fakat, Mevlânâ’yı herkes kendi zannınca anlıyor. Kendi de zaten “Beni herkes zannınca anladı” diyor. Bu şekilde herkesin istediği gibi anlaması ve anlatmasından da şikâyetçidir.  “Ben Kur’an’ın kulu, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım, kim benim bu söylediklerimden başka şey naklederse, onlardan bıkmışım, bezmişim, şikâyetçiyim” diyor. Hz. Mevlâna yurtdışında da yurtiçinde de herkesin zannınca anladığı ve anlattığı bir şahsiyettir. Yabancıların onu nasıl anladığı değil de bizim onu nasıl anladığımız ve nasıl anlatmaya çalıştığımız daha önemli bence. Bu noktada bir takım çelişkiler olduğunu görüyorum. Ama yine herkes hüsnü niyetle elinden geldiğince bu faaliyetleri yapmaya gayret gösteriyor.

Bize Yegâh’tan ve buraya ney öğrenmeye gelen insanlardan bahseder misiniz?

Yegâh’tan önce Tümek’te bu çalışmalara başlamıştık. Her zaman bu çalışmaların içindeydik ama dernekleşmesi son birkaç yıla dayanıyor. Böyle kurumlara çok ihtiyaç var. Onun dışında üniversitelerde de dersler vermeye gayret ediyoruz. Gençler de buraya geliyor, hem ney hem de kudûm öğrenmek için. Biz de elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Başka arkadaşlarımız da var burada dersleri yürüten, hem ney hem de diğer sazlara ilişkin… Klâsik Türk Müziği sazlarının hepsinin öğretimi Yegâh’ta yapılıyor. Tanbur, kanun, ud, kemençe, ney  ve kudûm gibi. Bu imkânı sunmaya devam etmek istiyoruz. Devam etmekte olan Klâsik Türk Müziği ve Tasavvuf Müziği çalışmaları ile Mevlevî Âyini çalışmalarımız da var.

Klâsik Türk Müziği sazlarına büyük bir ilgi var. Ama öncelikle ve özellikle de neye karşı büyük bir ilgi var. Ney çok popüler bir saz haline geldi. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Ney popülerleşti. Herhalde bunda popüler müzikte neyin kullanılmaya başlanmasının çok etkisi var. Ney sesi için kullanılan bazı tabirler var; esrarengiz, cezb edici, büyüleyici, âhenkli, derin gibi. Bu ses duyulmaya başlayınca galiba insanlar bu sesi sevdiler. Özellikle gençler sevdiler ve peşine düştüler. Başka bir faktör de, herkesin kolay edinebileceği bir saz ney. Pahalı değil. O da galiba bu popülerliğin, daha doğrusu ney öğrenmek isteyenlerin, ney ile ilgilenenlerin sayısının artmasında etkili olmuştur. Çünkü diğer sazlar bu gün astronomik fiyatlara satılırken, ney herkesin edinebileceği bir saz… Ama bu ilginin doğru yönlendirilmesi çok önemli. Dediğim gibi ney sesinde ve üslûbunda farklılaşmalar  var. Günümüzde gençlerin beğenip de yöneldikleri bu sesler, genellikle ilk olarak popüler müzikte duyuluyor. Geleneksel ney sedâsını ve geleneksel ney tavrını sonradan duyuyorlar, öğreniyorlar. Bu yüzden onları yönlendirmek gerekir. Hocalara önemli görevler düşüyor burada. Onları doğru sesle ve doğru üslûpla tanıştırmak gerekir.

Bu konuda sizin bir metodunuz var mı ?

Elimizde sesli bir arşivimiz var, öğrencilerimize dinletmeye ve anlatmaya çalışıyoruz.

 Öğretim yönteminiz Klâsik meşk sistemine uyumlu ve uygun bir sistem mi sizce?   

Tamamen klâsik meşk sistemi değil ama ona dayanan bir sistem olduğunu söyleyebilirim. Gelenekselliği muhafaza etmeye gayret ediyorum.

Hocam, söyleşimizin sonunda ney sazına gönül verenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Çok klâsik ama çok önemli bir şey olduğu için burada tekrar edeceğim. Neyin kendi sesi yok. Neyzen ondan bir ses çıkartıyor. Ney, neyzenin bu sesi çıkarmasına yardımcı oluyor. İyi bir ney edinip, ses çalışmalarını tavsiye ediyorum. İyi bir ses çıkarmak çok önemli. Herhangi bir eseri çalmak kolaydır. Genç kardeşlerime bıkmadan usanmadan, ses çalışmalarını tavsiye ederim. Bir yandan iyi neyzenleri dinlesinler, bir yandan da kendileri neyden iyi ses çıkarmaya gayret etsinler. Tabii mûsikîmizin hangi sazı çalarsa çalsın, usta sanatkârlarını ve klâsik repertuarı dinlemeyi de ihmâl etmesinler.

Teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.

Röpotaj: Hasene TÜFEKÇİ

melami.com