Sırrın terennümü

SEMA BABUŞCU

Mevlana büyük eseri Mesnevi’ye “bişnev” yani dinle diyerek başlar, “Feryad edenin sırrını dinle” der. Biz sırrın aranan ya da çözülen bir şey olduğunu düşünürüz hâlbuki. Sırrın muhatabı aramak, anlamak, çözmek üzere yola çıkar her zaman.

Oysa dinlemek kimi sırları anlamak ve çözmek için en iyi yoldur; dinlemeyi bilen herkes bunun farkındadır. Dinleyen sır çözer, konuşan düğümlenir. Belki de bu yüzden müminler, “işittik, itaat ettik” düsturuyla hayat bulanlardır.

Mevlana’nın dinle dediği, sırrı dile getiren ses neyin sesidir. Çünkü ney bir ayrılığın feryadıyla inler. Bütün sırrı hasrettir. Hasret insanın da sırrıdır, kadim derdidir. İşte burada ney diğer bütün enstrümanlardan ayrılır, başka bir manaya bürünür ve insanın kemal yolunda sırdaşı, yoldaşı olur. Tanpınar da Huzur romanında, bu düşünceye “Onu alafranga musikiden, flütlerin, kornelerin hatta o acayip ve asırlarca hayvani bünyeyi yoklamış av nağmelerinin koyu zümrüt yeşili veya kan rengi sesiyle karıştırmamalıdır. Onlar tabiatı başka planlarda yaratmak veya yoklamak ihtiyaçlarında sanatın asıl malikânelerinden biri olması lazım gelen bu hasreti çok defa kaybederler. Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur” diyerek katılır.

Neye yüklenen bu anlam Mesnevi’den önce de dillendirilmiş olsa da Mevlana bu manaya başka bir ruh kazandırır. Ney Mesnevi’de insan-ı kâmili temsil eder. İlk on sekiz beyit boyunca ney dile gelir ve kendi hikâyesini anlatır.

Nefes neyin içine üflendiğinde kayboluverir. Öyle ki ney üflenirken neyin alt ucuna konan mumun alevi titremez bile. Nefes sese dönüşür, ses hikâyeye, hikâye hakikate varır… O zaman Nedim’in mısralarını tekrarlar insan zihninde:“Olmakta derûnunda hevâ ateş-i sûzan/ Nâyın diyebilmem ki ne halet var içinde”. Ney elest bezminden âleme bırakılan insan gibi kamışlıktan yani ki öz vatanından kopartılır. Bu ayrılığın acısı yetmezmiş gibi kızgın bir demirle göğsü dağlanır, içindeki boğumlar yakılır, bağrında delikler açılır ve böylelikle çilelerden geçip, dünyanın türlü hâllerini tecrübe eder âdeta. Bunca ayrılık bunca çileden sonra, tabiatındaki marazlardan arınan, sesi ateşe dönen ney, hangi mecliste dile gelirse gelsin, orada kendindeki gibi bir ateşin sahibi olan kimseler arar ki iştiyak derdini açabilsin. Çünkü ham olan pişkinin hâlinden anlamaz.

Dertsizler dertlilerin, gamsızlar gamlı gönlün dilini bilmez. Hasılı ney bir mürşid, bir insan-ı kâmil gibi bu sürgün yerinin derdini, bu aşk ateşini, hasret sırrını, iştiyakını, feryadını içine dolan nefesle anlatır ama onu duyacak kulak, görecek göze sahip olanlar; ney gibi bir derde duçar olanlar, bu ayrılığı dert bilenler, derdine agâh olanlar yani ki insan-ı kâmil olma yolunda yürüyenlerdir.

Rivayet odur ki nerde gönlüne düşerse orada neyini çıkarıp üfleyen Neyzen Aziz Dede, Beylerbeyi İskelesi’nde kahvehane gibi bir mekânda oturur, denize dalar, o esnada içine dolan muhabbetle yanında gezdirdiği neyini çıkarır, gözlerini âleme kapayıp bir taksim üflemeye başlar.
Rivayet odur ki nerde gönlüne düşerse orada neyini çıkarıp üfleyen Neyzen Aziz Dede, Beylerbeyi İskelesi’nde kahvehane gibi bir mekânda oturur, denize dalar, o esnada içine dolan muhabbetle yanında gezdirdiği neyini çıkarır, gözlerini âleme kapayıp bir taksim üflemeye başlar.

Bütün bu remizler neyi müzikte başka bir saz yapar. Diğer sazlar için böyle bir hassasiyet yokken neyin uygunsuz mekânlarda çalınması bugün de bu işin üstatları tarafından tasvip edilmez. Rivayet odur ki nerde gönlüne düşerse orada neyini çıkarıp üfleyen Neyzen Aziz Dede, Beylerbeyi İskelesi’nde kahvehane gibi bir mekânda oturur, denize dalar, o esnada içine dolan muhabbetle yanında gezdirdiği neyini çıkarır, gözlerini âleme kapayıp bir taksim üflemeye başlar. Bu esrarlı nağmelerin, bu efsunlu sesin etrafını saran kalabalık git gide büyür, Dede’nin etrafını sarar ve çıt çıkarmadan dinlemeye koyulur bu sesi.

Taksimi sona erdiren Aziz Dede gözlerini açtığında bulunduğu mekânın rakı kadehleriyle demlenen bir kalabalığı ağırladığını görüp, etrafını saran bu insanları fark edince dehşet içinde kalır. O hışımla mekânı terk eder. Sonradan bu durumdan bahsederken “Erenler, öyle bir hicap duydum ki, üç gün evden çıkamadım; bir ay da ehibbaya rast gelmekten korktum” diye anlatır.

Aziz Dede’yi hicap içinde bırakıp, üç gün eve hapseden bu hassasiyet, şahsı için olduğu kadar neyin manasıyla da ilgilidir. Neyin müzikteki bu duruşu biraz da geçmişte neyzenlerin neredeyse hepsinin Mevlevi olmasıyla ilgilidir. Bununla birlikte Mevlevi mukabelelerinin kudümle birlikte vazgeçilmez sazıdır ney.

Hatta her iki saz da şerif sıfatıyla anılır; ney nay-ı şerif, kudüm kudüm-i şeriftir. Yani yine Tanpınar’ın ifadesiyle “sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanıyan” insanların sazı…

Meşk Silsilesi ve Niyazi Sayın

Niyazi Sayın yalnız neyzenlikle değil, ebru, sedef kakmacılığı, fotoğraf, tesbih yapımcılığı, çiçek yetiştirmek, kuş beslemek gibi birçok alanla da ciddi manada alakalıdır. Bu sebeple kendisi hezarfen olarak da anılır.
Niyazi Sayın yalnız neyzenlikle değil, ebru, sedef kakmacılığı, fotoğraf, tesbih yapımcılığı, çiçek yetiştirmek, kuş beslemek gibi birçok alanla da ciddi manada alakalıdır. Bu sebeple kendisi hezarfen olarak da anılır.

Dediğimiz gibi çoğu Mevlevi olan neyzenlerin soy ağacına baktığımız zaman bu meşk silsilesinin başında Mevlana’nın neyzeni Hamza Dede‘yi görürüz. Hamza Dede neyzenlerin kutbu manasında “Kutbünnayi” diye anılır. Ondan sonra da her dönemin en mühim neyzeni için bu unvan kullanılır.

Yusuf Dede ve Osman Dede ile devam eden bu silsile, Salih Dede, Aziz Dede, Fahreddin Dede,Emin Dede, Halil Can, Halil Dikmen ve daha birçok isimle bugüne kadar uzanır. Bugün yaşayan en kudretli neyzen ise Niyazi Sayın‘dır.

Niyazi Sayın yalnız neyzenlikle değil, ebru, sedef kakmacılığı, fotoğraf, tesbih yapımcılığı, çiçek yetiştirmek, kuş beslemek gibi birçok alanla da ciddi manada alakalıdır. Bu sebeple kendisi hezarfen olarak da anılır.

Niyazi Sayın’ın sanat söz konusu olduğunda en çok önemsediği şey ise ahlaktır. Sanatın ilk şartının ahlaklı insan olmak ve yetiştirmek olduğunu her fırsatta ifade eder. Üstün bir ahlaka sahip olmayanların sanatta muvaffak olamayacağını, sanatı aşkın ve ahlakın dışında düşünmenin mümkün olmadığını söyler. Kendisi de yaşamı ve duruşuyla bu söylediklerini doğrular. Hocaları gibi o da bilabedel bildiklerini aktaran, samimiyet ve aşk sahibi her talebeye ne biliyorsa öğreten bir hocadır aynı zamanda. Bugün de sanata, güzele, öğrenmeye olan merakı, aşkı dipdiri, bir müzeyi aratmayacak evinde sevenlerini, kapısına gelenleri

Niyazi Sayın’ın neyzenliğine geldiğimizde onun, devraldığı geleneği bugüne aktarırken, geleneği bozmadan kendi içinde yenilediğini söyleyebiliriz. Niyazi Sayın bir ekol olmuş, ney icrasını Niyazi Sayın öncesi ve sonrası diye ayıracağımız kadar mühim gelişmeler ortaya koymuştur. Tanburi Cemil Bey’in kemençede yaptığını bir nevi neyde yapmış; teknik anlamda ney ile çalınması zor makamların, yeni kalıplar, kolaylıklar ortaya koyarak icrasını mümkün hâle getirmiştir.

Bu yeniliklerle ney icrası tekke tavrından çıkmış; Kürdilihicazkâr, Nihavend, Şedaraban gibi makamların icrası kolaylaşmıştır. Bu nedenle bugün neyde bir Niyazi Sayın ekolünden bahsedebiliyoruz. Bu ekolün yetiştirdiği Sadreddin Özçimi, Ahmed Şahin, Salih Bilgin, Ömer Erdoğdular gibi birçok büyük neyzen, icralarında bu ekolün ney icrasına neler kazandırdığının örneklerini verir.

  • Ney Türk müziğinin geçmişten bugüne en mühim ve belki de hikâyesiyle en özel sazlarından biridir. Bununla birlikte en sade ve sadeliğine kananları her zaman şaşırtan en çetin sazlarından biri… İnsan-ı kâmili temsil eden bu saz, bu yakıştırma sebebiyle bütün klasik sazlar arasında bir mürşit hüviyetindedir sanki.

Belli ki Mevlana’nın ona üflediği bu ruh, miras bıraktığı bu mana sonsuza dek esrarını koruyacak; ney feryadında saklı sırrı her mecliste dert ehline fısıldayacak, “Bu neyin sesi ateştir, hava değil/ Kimde bu ateş yoksa yok olsun!” diyerek… Fuzuli aşkından kuru bir cisme dönmüş bedenini neye benzetir.

Ney de aşktan, hasretten kuru bir cisme dönmüş fakat bu kuru cisimden beklenmeyecek bir ses zenginliğine, derinliğine, ötelerden gelip kalbimizi saran karşı koyulmaz bir tesire sahiptir. Tıpkı Fuzuli’nin şiiri gibi…

https://www.gzt.com/nihayet/sirrin-terennumu-3549247