Sadrettin Özçimi ile: Doğu Sanatında Taklit Gaflettir

Klasik ney üslubunun ve Türk ebrusunun en önemli temsilcilerinden Neyzen ve Ebruzen Sadrettin Özçimi, klasik sanatlarımızın doruğunda bir isim… Ancak O, klasik sanatlarımızla uğraşan pek çok sanatçı gibi davranmıyor. Geleneğin içinde yetişmiş, pişmiş bir sanatçının edebi ve kalbiyle, benliğini terbiye ediyor. Ruhunun “ben” ateşini suyun aziz, dingin ve şeffaf serinliğine teslim ederek, kendisini dinleyenlerin yüreğine üflüyor, neyiyle. “Aslına bakarsanız bütün güzel sanatlarımız Kûr’an-ı Kerim’e hizmet için ortaya çıkmıştır. Hüsn-ü Hat deyip geçmeyin. Hüsn-ü Hat, Kûr’an-ı Kerim’i en güzel şekilde, Kur’an-ı Kerim’in büyüklüğüne yakışır bir yazı ile yazabilmek için… Tezhip sanatı derseniz onu en güzel şekilde süsleyebilmek için, tabii mûsıkîde onu en güzel şekilde okuyabilmek için….” diyerek güzel sanatların ortaya çıkış amacını özetliyor. Özçimi ile kendisini konuşmanın tüm zorluğuyla, sizler için onu ve sanatını konuştuk… Anlayışı için teşekkürlerimizle…

Nebahat Konu

Sizde müzik bir aile geleneği mi?

Tam manasıyla ailemizde müzik bir gelenek dememiz biraz yanlış olur. Çünkü, ailede daha ziyade babam müzik üzerine yoğunlaşmıştır. Bunun öncesi dedem İstanbul’da okumuş ve büyük hafızların yanında yetişmiş. Akabinde Konya’da pek çok hafız da yetiştirmiştir. Ancak dedem öyle mûsıkî ile direk alakası olan bir zat değildi. Mûsıkîden kopuk biri de değildi. Kurân’ı Kerim’i çok güzel mûsıkî nağmeleri kullanmak suretiyle okurdu. Fakat Kurân’ı Kerim’in yanında mûsıkî eğitimi de veren birisi değildi. Tabi o dönemde aslında birazda mûsıkîye hep cemiyet haram gözüyle baktığı için, (her ne kadar dedem haram kanaatinde olmasa da) cemiyet içerisinde, büyük ihtimalle bir hoca efendi olarak ona uymak durumunda kaldığını zannediyorum.

Dedenizin ismi?

Mehmet Hakkı. Dedeme Konya ve civarında Çimili Hakkı Efendi derler. Çimi Akseki’nin bir köyüdür. Aslında “Çimi Kent” denilen zannediyorum Özbekistan’da olsa gerek bir şehirden bahsedilir. Bizim ecdat o taraftan gelmiş zannediyorum ki Akseki civarındaki kondukları köye isimlerini vermişler. Akseki’nin Çimi Köyü’nden Konya’ya gelip yerleştikleri için soy ismimiz ‘Özçimi’ olmuş.

Babanızdan bahseder misiniz?

Babam, Ahmet Fevzi. Tahminimce, babamda da müzik yaradılıştan insiyaki bir hareketle olsa gerek. Çünkü ortaokul-lise çağlarında da Kurân’ı Kerim okumaya, mevlit okumaya, camii mûsıkîsi ağırlıklı olmak üzere okumaya çok heves eden bir çocukmuş. Hatta bir kanun peydahlamış nerden bulduysa o zamanki evlerde, yatak odalarında banyo yerine geçen yüklük denilen büyük bölümler, yerler vardı. Babası duymasın diye o yüklüğün içinde kanun çalıştığını söylerdi bana.

Peki, babanız size müzik zevkini nasıl aktardı?

Doğduğumuz andan itibaren dinlemek suretiyle hep müziğin içinde büyüdük. Babam müziğe çok meraklı ve müptela olduğu için bir teyp edinmişti. Belki o gün için kayıt yapabilecek bir teyp herkesin evinde yoktu ama bizim evde vardı. Özel arşivlerden, radyo yayınlarından veya İstanbul’dan gelen mûsıkîşinasların toplantılarından edindiği pek çok kaydı vardı. Eğer radyoda babamın nezdinde kaliteli bir yayın varsa o dinlenirdi. Yoksa o kapatılır muhakkak arşivden bazı şeyler dinlenirdi. Çok net hatırlıyorum. Sabah kahvaltıda başlardık dinlemeye akşam yatıncaya kadar bu şekilde bir müzik hayatımız vardı. Ama hep eğlenceye dayalı olmayan, direk kalp ve sanatla ilişkisi olan müzikleri dinlerdik. Zaten babamın tercihi tamamen oydu. Bu bakımdan çocukluğumdan itibaren mûsıkîye hep kulağımız muhatap oldu.

Babanız, Saadettin Kaynak’ın ilgisini çekecek kadar güzel bir sese sahipmiş. Nasıl tanışmışlar, anlatabilir misiniz?

Babamın sesi gerçekten çok güzelmiş gençliğinde. Babam, 1948’li yıllarda İktisat Fakültesi’ni okumaya İstanbul’a geldiğinde burada Saadettin Kaynak’ın da imamlığını yaptığı camiye bir Cuma namazına gider. Okumaya çok hevesli olunca ve Konya’dan tecrübesi de çok olunca ezan okumaya falan, müezzin mahfeline çıkar. Oradaki müezzinler: “hayırdır evlat” derler.

“Ben Konya’dan geliyorum, talebeyim. Konya’da da camide Kur’ân okurdum, ezan okurdum” diye kendisini anlatınca…

“Eee o zaman iç ezanı sen oku bakalım” derler.

Babam da nihavent makamında iç ezanını okur. Buralarda pek bilinmez nihavent makamında ezan okunmak o vakitler. İşte o ezanla da Saadettin Kaynak’ın dikkatini çeker. Saadettin Kaynak, o gün imam ve hatip pozisyonunda imiş. Namazdan sonra gelir, müezzin mahfilinin merdivenine, yukarıya doğru seslenir (Babamın kendi anlatışıyla anlatıyorum.).

 “İç ezanı okuyan kimdi?”

“Genç bir arkadaş okudu.” derler mahfildeki diğer müezzinler.

“Bana, hücreme gönderin o arkadaşı” der, Kaynak.

İşte öyle başlar tanışmaları ve daha sonra da babam Kaynak’ın talebesi olur.

Bir de Zekaizâde Ahmet Irsoy’un talebesi olan bir Münir Dede’den bahsederdi babam. O yıllarda Münir Dede’nin de ilahi meşklerine devamlı gidermiş.

Babanızın tasavvufi hayatında kimlerin olduğunu biliyor musunuz?

Babamın kendimi bildim bileli okumaya karşı çok ilgisi vardı. Konyalı olması hasebiyle de Mevlana Hazretleri’ni tanımak gibi bir mecburiyetinin olduğunu ve bu yönde çalışmalar yapması gerektiğinin farkında idi. Bu düşünce ile Hz. Pir ile ilgili pek çok kitabı okuduğunu biliyorum. En sonunda Tahirü’l Mevlevi’nin Mesnevi için yazdığı tefsiri yayınlamak gibi bir vazifesinin Konyalı olarak kendine ve arkadaşlarına düştüğünü düşünerek arkadaşları ile bir araya gelip imkânları birleştirip, Latince’ye çevirerek, hatta atıflarda bulunan hadisi şerifleri, ayeti kerimeleri bularak yayına hazırlayıp, gün yüzüne çıkarmıştır. Hatta yayın bittikten sonra, “burada benim vazifem bitti.” diyerek eldeki basılı nüshaları da o günkü maddi karşılığı neyse Şamil Yayınevi’ne devretmek suretiyle böyle bir hizmette bulundu. Bunu da hep Mevlana Hazretleri’ne olan muhabbetinden yapmak mecburiyeti hissettiği için yapmıştır. Hiçbir zaman bir kitabı bir kâr maksadıyla yayınlamamıştır. Hatta ismi de geçmez o kitapta.

Peki, üniversiteyi bitirince Konya’ya mı yerleşiyor?

Babam İktisat Fakültesi’nden mezun olunca Konya’ya dönüp bir müddet memur olarak çalıştıktan sonra ticarete atılıyor. Tabi bir memuriyeti var. Konya Belediyesi’nin muhasebe bölümünde çalışıyor. Daha sonra Karayolları’na geçiyor. 1961 yılında da memuriyetten istifa ederek ticareti seçiyor. Bir kitap-kırtasiye mağazası açarak hayatının sonuna kadar onunla idame etti.

Ney üflemeye nasıl başladınız?

Cenabı Hakk’ın ezelde çizmiş olduğu yolda biz böyle yuvarlana yuvarlana geldik. Ama şu var ki, ilk elime Halil Can’ın

neyini tutuşturan babamdır. İlk notayı öğreten de babamdır. Daha sonra Arif Biçer’den ney dersi aldım.

1975 yılında İTÜ Devlet Konservatuarı’nı kazandım. Niyazi Sayın ve Aka Gündüz Kutbay ney hocalarım oldu.1977 yılında konservatuar ikinci sınıfta öğrenci iken Dr. Nevzat Atlığ yönetimindeki İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun açmış olduğu bir imtihanı kazanarak koroya neyzen olarak girdim. Okul bitince Devlet Korosu’nu da bırakıp 1979’un sonunda Konya’ya döndüm ve Biray Hanımla evlendim.

Müzik nedir?

Niyazi hocamızın tarifi ile söyleyeyim. Çünkü bu tarif beni çok sarsar. “İki ses arasındaki manevi münasebet” diye tarif eder. Beni neden sarsıyor? Renkleri, bütün nebatatı, görüp görmediğimiz her şeyi Cenabı Hakk yarattı ise demek ki sesi de Cenabı Hakk yarattı. Her şeyin baktığımızda görebildiğimiz kadar bir manevi tarafını görebiliyoruz. Öyle bir manevi dünyamız varsa tabi. Seslerde neden bir maneviyat olmasın. Sesin sahibi Allah ise… Şimdi burada ney üflesek karşıda da bir tanbur duruyor olsa ve oradaki tanburun herhangi bir telinin frekansa geçeceği, akordu ile ilgili bir ses ney tarafından üflendiği zaman bir bakıyorsunuz ki tanbur da titreşime geçmiş. Oradan ses geliyor. Hiç başınıza geldi mi? Mesela oradaki yegâh telleri 440 ‘la’ sesine akortlu diyelim. Siz de burada Mansur’la dügâh yani ona tekabül eden sesi üflüyorsunuz. Tam 440 üflediğiniz anda oradan ses gelmeye başlar. Karşılıklı alışveriş var. İhtisas, buradan giden ses, frekansını tuttuğu anda onu titreştirir.

Artısıyla, eksisiyle müziğin geleneğine bakışınız nasıl? Gelenekle kendinizi nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Bizim sanatlarımızın hepsi için bu geçerli, yalnız mûsıkî için bu geçerli değil. Bizim kültürümüz dünyada bir eşine daha rastlanmayacak seviyede çok uzun bir zaman dilimine yayılan ve bu zaman dilimi içinde devamlı inkişaf edegelen, aşırı detaylara sahiptir. Bütün sanatlarımız detaylar üzerine kurulmuştur, aslına bakarsanız mimarimizden tutun da mûsıkîmize gelinceye kadar, diğer güzel sanatlar diye isimlendirdiğimiz el sanatlarımız da dâhil olmak üzere.

Yüzyılların imbiğinden süzülmek suretiyle çok zirvelere taşınmış bir sanatın çok fazla ilave edilecek eksiğini bulamıyorsunuz. Günümüzde yanlış bir akım ve yanlış bir anlayışın neticesi modernleşmek gibi bir hastalığa sahibiz millet olarak. Bu özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde tamamen bizi esir etmiş durumda. Bu geleneğe bağlı olmak, bağlı olmamak, gelenekselci mi olmalı, yoksa modern dünya şartlarına göre kendi sanatımızı yeniden gözden geçirip, yapılandırmamız mı lazım gibi bir hastalığın içine hamd olsun ki ben düşmedim. Ve şunu gördüm ki; kim ki bu gelenekten neşet eden ve tamamen detaylar üzerine kurulmuş olan sanatımızın herhangi bir şubesinde, çok yüksek seviyeye yaklaşarak icra ediyor. O kişilerin hiç birinde bu kompleksi göremezsiniz. Ne zaman ki icra edememiş, bir türlü o seviyeye kendisini taşıyamamış, sanatın içinde öyle böyle yürümeye kalkan insan varsa, yani klasik sanatlarımızı olması gereken seviyede becerememiş, kendisini ve etrafını tatmin edememiş insanların işi modernleştirmek adına saptırdığını veya kendisinin de saptığını görüyoruz. Sırtını hemen kendi kültürüne, yüzünü de batı kültürüne dönüp, o yolda bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorlar. Kendi sanatına yenilik katmak için böyle davrandığını söyleyerek ve böyle de olması gerektiğine inanarak (Vicdanını rahatlatmak için gibi gelir bana.) üstelik yenilik adına aslı astarı olmayan hiçbir zaman temeli olmayan ucubeler ortaya koyuyorlar. Bunun da adı yenilik oluyor, modernleşme, çağdaşlık oluyor.

Batı sanatı ile doğu sanatı arasındaki farklar nelerdir?

Batı sanatı tamamen yakın zamanlara kadar gördüğü, duyduğu kokladığı, teşhis edebildiği anlayabildiği her şeyi taklitle yola çıkmış, ta işin başından itibaren ve yakın zamana kadar böyle koşturmuş gelmiş yüzyıllarca. Bu ne demek? Tabiatta gördüğü ne varsa; nebatat, hayvanat, ses, insan, kendi sureti, ne varsa hepsini birebir taklit etmeyi tercih etmiş ve bunda başarılı olmuş mu? Belki oldu. Bilhassa resimde, heykelde ciddi manada başarılı oldular. Birebir insanın en ince detayına varıncaya kadar, gözle dahi zor gördüğümüz detaylarını resmine aktardı, heykeline aktardı, taşa aktardı. Ama doğunun sanatında bu hiçbir zaman yoktur ve bu hususen de yoktur. Böyle bir gaflete düşmek istemez doğu sanatı. Bu bir gaflettir. Onu yaratıcıya bırakır. Allah’ın yarattığını aynen taklitten hususen kaçınır. Kul yapısı olduğunu ortaya koyabilmek için Allah’ın yarattığından farklı olarak ona bakar, onu basitleştirerek yapmaya çalışır. Böyle bir üslubu vardır. Hiçbir zaman taklit etmez. Ne sesi taklit eder, ne gördüğü bitkiyi, ne insanı taklit eder. Hâsılı, hiçbir şeyi taklit etmez.

Minyatürler?

İnsan suretinden bahsedecek olursak İslâm sanatında minyatür ortaya çıkıyor. Minyatüre baktığın zaman insanı tarif eder mi minyatür? Mümkün değil. Gösterir mi bir insan vücudunu? Bir insan simasını, vücudunu göstermez onu basite indirgemiştir tamamen ve perspektifi kaldırmıştır. Kullanmamıştır perspektifi. Onun da farklı bir manası olduğu söylenir. Buna hususen dikkat eder. Resim yapıyorsa resimde de böyledir. Bir çiçeği yapıyorsa o çiçeği de basitleştirerek yapar. Mûsıkîye gelince durum biraz daha değişir. Bir denizin kenarında oturuyorsa denizin dalgasındaki sesin kendi ruhu üzerinde bırakmış olduğu tesiri, etkiyi tutar, kalbindeki intibâsıyla birlikte, bir beste ile ortaya koyar ve içine kendi manevi dünyasındaki; ister Hakk’a olan hasretini, ister bir beşere olan hasretini eklemek suretiyle, onu, o şekilde dile getirir. Yani ikisini özdeşleştirir. Yani denizin dalgasının sesi veya denizdeki o güzelliği gördüğü zaman, gözüyle algıladığı şey onda daima kalbindeki bir şeyleri harekete geçirir. Ve onu sesiyle olsun, bestesiyle olsun, ister irticalen, ister ölçüler içerisinde ortaya koymuştur. Mûsıkîde de böyledir.

Taksimlerinizde kanal olduğunuzu hissettiğiniz anlar oldu mu?

Üfleyen ben değilim Allah demek benlik ifadesidir. Üfleyeceksiniz, elinizden ne geliyorsa yapacaksınız, aradan kendiniz çekileceksiniz. Ama bunu dile getirmek bence büyüklük ifadesidir. Ben korkarım böyle bir şey demekten doğrusu. İçimizde böyle diyenler yok mu? “Çalan ben değilim, üfleyen ben değilim. Bu eseri besteleyen ben değilim, Allah” diyenler var. Bu zaten böyle, onu üfleyen tabi ki Allah. O nefesin senden çıkmasını sağlayan Allah. O istemezse o nefes senden mümkün değil dışarıya çıkmaz. Sen bir şeyi yapmaya niyet edersin, ancak niyet safhasında sen varsın. Niyet safhasından sonra sen yoksun. Neyi üfleyebilmek için, parmaklarını oynatmak için, sinirleriniz kimin emrinde? Allah’ın emrinde.

İsterse seni o anda iptal eder ve siz o parmağınızı oynatamazsınız. Dolayısıyla fail burada Allah olmuş oluyor. Buradan bakarsanız o neticeye varırsınız ama bunu dile getirmek çok çirkin bir şey bence. “Ben üflemiyorum Allah üflüyor.” Çünkü benliği sevmeyen Allah, kulu üzerinde benliği görmekten hiç hoşlanmayan, sevmeyen Allah. Bu aslında bir benlik ifadesidir. Hem benliği sevmeyecek Cenabı Hakk, hem de kendinden benlik sadır olan bir insanın elinden Allah’a ait bir güzelliğin zuhur etmesi mümkün mü? İkisi birbirine zıt hadiseler. Biri varsa diğeri yok. Biri yoksa diğeri var.

Bir sanatkârın iklimi nasıl olmalı?

Her şeyden evvel insan kendine “Ben niye yaratıldım acaba?” diye sormalı. Yaratılış gayesini düşünmek suretiyle yaratılış gayesi için altyapısını okuması, doldurması, yapılandırması gerekir. Altyapısını yapılandırmayan bir insandan sanat adına büyük şeylerin zuhur edeceğine inanmıyorum. Etmiyor da zaten, günümüz sanatkârlarına bakacak olursak tabi ki bu manada kendisini yetiştirmiş olup da sanat icra eden büyüklerimizi, küçüklerimizi, çağdaşlarımızı hepsini tenzih ederim. Ama insanın yaradılış gayesi adına, manevi dünyası adına ben bu dünyada neden varım sorusu adına, bunlarla ilgili dağarcığına bir bilgi atmadıysa, hiç kusura bakmasın o arkadaşımızdan herhangi bir güzelliğin zuhur edeceğini zannetmiyorum. Eğer biz hakikaten sanatkâr olmak istiyorsak ve elimizden vasıta olarak Cenabı Hakk’a ait olan bir güzelliğin zuhur etmesini istiyorsak, biz kendimizi yetiştirmek zorundayız.

Burada bir rehbere ihtiyaç yok mu?

İnsan kendi istemedikçe hiç kimse o insana hiçbir şey veremez. Önce insan kendisinin farkına varıp, kendisinin ihtiyaçlarını tespit edip, kendisinin istemesi lazım. İsteyen de arayan da mutlaka bulur. Cenabı Hakk onu sahipsiz bırakmaz.

Güzel sanatların çıkış noktası nedir sizce?

Aslına bakarsanız bütün sanatlarımız Kur’an-ı Kerim’e hizmet için ortaya çıkmıştır. Hüsnü Hat deyip geçmeyin. Hüsnü Hat, Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde yazabilmek için, Kur’an-ı Kerim’in büyüklüğüne yakışır bir yazı ile yazabilmek için… Tezhip sanatı derseniz onu en güzel şekilde süsleyebilmek için, tabi mûsıkî,de onu en güzel şekilde okuyabilmek için… Türk İslam dünyasında güzel sanatlarımız bizim milletimizce dikkatle ve rikkatle en hassas şekilde riayet edilerek, hassasiyetle korunmuş, hiçbir zaman taviz verilmemiş ve gaye hiçbir zaman sapmadan yüzyıllardır korunarak günümüz seviyelerine kadar gelebilmiştir. Hem mûsıkîmiz hem hattımız hem de tezhibimiz. Asıl gaye bu. Tekkelerimizde bu sanatlar kullanılmış ama asıl gaye bu olmakla birlikte yanında güzel bir de istifade sunuyor. O insanı güzel ahlak sahibi yapmak gibi bir istifadesi var. Güzel ahlak sahibi olabilmek için de insanın ruhunun incelmesi, yumuşaması, bir terbiyecinin elinde şekil bulmak üzere hamur haline gelmesi gerekiyor. Tekkelerimizde de almışlar bunu bu şekilde kullanmışlar. Önce oraya gelen muktedî bir dervişi bu sanatlarımızla önce yoğrulacak bir hamur haline getirmişler. Güzelce yoğurmuşlar, güzel insan yapmışlar, güzel ahlak sahibi insanlar yapmışlar.

Ney’in yanı sıra günümüzdeki önemli ebru sanatçılarındansınız. Ebruya nasıl başladınız?

Muhterem Niyazi Sayın hocamızın “Tek bir sanata takılı kalmayın, o fasit dairenin içinde dönmeyin, ufkunuzu açın, başka sanatlarla da uğraşın” demesi, bize de bu tavsiyede bulunan hocamızın yolundan gitmeyi gerektirdi. Tam anlamıyla onun gibi olmamız mümkün değil Çünkü o tam bir hezarfendir. Resim yapar, fotoğraf çeker. Halı dokur, ebru yapar, ney üfler, mûsıkîyle uğraşır, yani saymakla bitmez. Bizimki o kadar değil, o yolda tökezleye tökezleye yürümeye çalışan bir müptediyiz.

Sizin 36 Padişahımıza yaptığınız bir ebru projeniz var. Biraz bahseder misiniz?

Levni’nin minyatürlerinde insan tiplemeleri vardır. Ben onlardan 18 tanesini daha önce çalışmıştım zaten. Onunla ilgili ufak bir de kitap yayınlandı. Daha sonra 36 padişahı yapmak istedim. Bunlardan da zaten 22 tanesi Levni’ye ait.

        

Özçimi’nin anlam dünyası

Baba   : Her şey

Ney     :  Burak, binek.

Ebru   : İnsanın külli irade ile cüzi iradeyi çözebildiği, görebildiği belki yegane yer.

Tesbih : Zikir

Sanatkâr: Allah adamı

Kulak : İsti’dât

Dünya : Gurbet

İnsan  : Cenabı Hakk’ı görebilmek için tahlil edilecek olan en yüce varlık.

Rehber: Hz. Peygamber

Göz     : Kalbe açılan yol

            Sadrettin Özçimi’yi bir de onlardan dinleyin…

“Niyazi Sayın’ın yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerindendir.”

Salih Bilgin

(Neyzen)

Sadreddin Özçimi, klâsik ney üslubumuzun ve Türk ebrusunun en önemli temsilcilerinden birisidir. Benim için bunların ötesinde örnek alınacak bir büyük ve kıymetli bir arkadaş olmuştur. Kendisiyle olan muhabbetimiz, mûsıkî âleminde adeta bir galat haline gelmiş olan “İki neyzen bir araya gelmez!” sözünü rafa kaldırıp tozlanmaya bırakmıştır.

Kemale ermiş hali ve hareketleri herkese örnek temsil eder. Gönlündeki zenginlik hem sanatına hem de hayatına en iyi şekilde yansıdığı için etrafına yaydığı ışık her zaman parlak ve nurlu olmaktadır. Türk İslam Sanatları’nın bu döneminde yetişenlerden gerçek manada “Sanatkâr” olanların azlığı düşünüldüğünde Sadreddin Özçimi’nin önemi daha da iyi anlaşılmaktadır.

Kendisi kıymetli hocamız Niyazi Sayın’ın yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerinden birisidir. Hocamızın açtığı yolu liyakatle devam ettirenlerin başındadır. Ebru sanatında klasik üslubun dışına çıkmadan ortaya koyduğu yeni çalışmalar herkesin beğenisini toplamış, takdire şayan eserler vücuda getirilmesini sağlamıştır.

Velhasıl-ı kelam, sanat çeşmesi akar olan sanatkârın sanatından dem vurmak yerine, susup, çeşmeden içmeye devam etmek lazımdır.

 

“Manevi iklimimizin en etkili makamıdır”

Hakkı Özçimi

(Tanbur Sanatçısı)

Şeref ve gurur duyduğum babam, biz oğullarına mûsıkîyi yaşam tarzına çevirdiği için çok mutlu ve minnettarım. Babamızın, büyük babamızın ve onun babasının da Kur’an ve mûsıkî ilmiyle yakından ilgilenmesi bize silsile yoluyla ulaşan bir mirastır.

Gerek Konya’da gerek İstanbul’da olsun, tüm hayatımız boyunca babamın bize sunduğu mûsıkî meclislerinin büyük usta ve şahsiyetleriyle beraber olmanın vermiş olduğu demle, babamızın izinden bu silsileyi devam ettirme çabasındayız. Daha annemizin karnındayken dinlettiği bu mûsıkî, yaşantımızda maddi ve manevi bir kaynak olmuştur. Bizlere gece yatarken ney üflemesi rüyalarımızı süslemiştir. Hatta tanbura meylimin başladığı zamanlar sabah beni kaldırmak için tanbur çalması ve ney üflemesi hayatımda unutamadığım anlardır. Babamızın mûsıkîdeki ilerleyişinin ve kendine özgü tavrının sırrı, çıtayı hep yukarıda tutması ve çok çalışmaktan kaynaklandığını düşünmekteyim. Babamın bizlere halen verdiği bir öğüdü de “İcra esnasında yapılan teknik bir yanlışın üzerine inatla gidilerek bu yanlışın o anda giderilmesi”dir. “Çünkü yanlışların üzerine gidilmez ise her yaptığımız icranın disiplinsizliğe neden olacağını” söyler. Babamızın bu titizliğini sanatın mûsıkî dalında gördüğümüz gibi, diğer Türk İslam el sanatı dalı olan ebruda da görmekteyiz. Hani derler ya “Her çocuk için babası ulu bir çınardır.”. Bizim için de babamız hem ulu bir çınar, hem de manevi iklimimizin en etkili makamıdır. Bu meyanda babamızın hep yanında yardımcı olan annemize de müteşekkiriz.

 

“Özçimi ile ders yapmak bir ayrıcalıktır”

Ahmet Çalışır

(Ses Sanatçısı)

Bir Konya çelebisi ve de İstanbul beyefendisi. Kişiyi üstün ahlak özellikleri ile tarif ederken hani derler ya “hâzâ çelebi adam”, bu sözü sonuna kadar hak eden bir zat-ı muhterem. Ağırbaşlılığı, kibre kaçmayan vakar hâli, hafif olmadan muhafaza edebildiği neşeli tavrı, tüm bu tanımları üzerinde gösteren bir kişilik.

İnsan anne ve babası ile öğünür. Ancak tahsili, entellektüelitesi ne olursa olsun babalar ve anneler herkes için kutsaldır ve onlardan başka birisi yerlerini tutamaz. Bu hal zamanla hoca hayranlığı ile devam eder. İşte ben de hocası ile övünenlerdenim haklı olarak. Zira Sadreddin Özçimi ile ders yapmak bir ayrıcalık diye düşünürüm kendimce. Mûsıkî tarafını bir kenara bırakırsanız hayat boyu devam eden bir ilişkisi vardır talebesiyle. Vermek istediği dersin dışında annesi ve babasından bile fazla zaman harcar talebesine. Lakin adam olma sanatında mahir olmak için, ciddi bir zaman geçirmek gerekir üstatla. Hareket tarzının, ilmi şahsiyetinin ve olaylar karşısında takınılan tavrın hoca ile direkt ilişkisi vardır. Bu bakımdan medyun-u şükranım hocama. Zamanla hocalık-talebelik ilişkisi, onun müsamahası ve hoşgörüsü, bizimde şımarıklığımızla abi kardeşliğe ve arkadaşlığa dönüştü. Hiç gocunmadı bundan. Belki de mutlu oldu. Çocuğunun mürüvvetini gören babalar gibi sevindi, başarılarımızla. Mûsıkî şahsiyeti ile alakalı bir şey söylemeyi çok yersiz ve hatta edepsizlik olarak telakki edeceğimden o konuya hiç girmiyorum.

https://fikircografyasi.com/makale/dogu-sanatinda-taklit-gaflettir