Ramazan ve Mûsikî

Müzik Tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bilim adamları insanların konuşmayı bilmedikleri devirde duygu ve düşüncelerini müzikle anlattıklarını söylüyorlar.

İlkel toplumlardan beri müzik, bir ibâdet, insanları Yüce Yaratıcı’ya ulaştıran bir olgu hatta Tanrı’nın insanlara bir lûtfu olarak görülmüş ve hemen bütün dinlerde yerini almıştır. Aslında pek çok sosyolog, felsefeci ve müzik tarihçisi müziğin din kavramından doğduğu fikrinde birleşirler.

Totemizm, Animizm, Şamanizm gibi ilkel dinlerde müziğin çok önemli yeri vardır. Bu dinlerin etkisindeki toplumlarda müzisyenler aynı zamanda din adamlarıydılar. Atalarımızın İslâmiyet’ten önceki dini olan Şamanizm’de “kam”, “baksı” ya da “şaman” denilen din adamları ellerindeki sazla, çalıp söyleyerek dînî mesajlarını iletirlerdi.

İslâmiyet de bu sanatın karşısında olmamıştır. Ancak her olgu gibi müziğin de iyi ve doğru yolda; iyi ve doğru duyguları hissettirip, ortaya çıkaracak şekilde kullanılması istenmiştir.

Hz. Muhammed, Kur’an’ın güzel sesle ve bir kaideye bağlı âhenkle okunmasını emretmiştir. Tecvid ve kıraat böylece doğmuştur ki, bu ilimlerin müzik sanatı ile yakın ilişkileri vardır.

Müzik, Türkler’in yaşamlarının her safhasında önce olduğu gibi İslâmiyet’i kabûlden sonra da yer almaya devam etmiştir. Düğünlerde, bayramlarda, asker uğurlama ve karşılama törenlerinde, her türlü dînî törende, hatta savaşlarda bile müzik her zaman yer almıştır.

Türk Mûsikîsi, klâsik, folklorik, askerî ve dînî olmak üzere dört ana başlık altında toplanabilir.

Dînî Mûsikî ise icrâ edildiği mekânlara göre Câmi Mûsikîsi ve Tekke Mûsikîsi olarak ikiye ayrılır.

Birbirine yakın bu iki türden Tekke Mûsikîsi’nde insan seslerinin yanı sıra sazlara da yer verilmiştir. Câmi Mûsikîsi’nde ise saz kullanılmaz.

Câmi Mûsikîsi eserlerinde görülen zâhidâne, ağır başlı üslûp, Tekke Mûsikîsi eserlerinde yerini tasavvufî bir coşkuya bırakır.

Ezan, kaamet, salâ, salâtü’s-selâm, mi’râciye, mevlîd, tekbîr, temcîd, tesbîh, mahfel sürmesi, münâcaat gibi câmiye ait formlarla; mevlevî âyini, nefes, durak gibi tekkeye ait formlar ve her iki mekânda ortak kullanılan ilâhî, tevşîh, şugl, na’ t gibi formlar Türk Dînî Mûsikîsi’ni oluşturur.

Dînî Mûsîkî içinde, “Muharrem İlâhîleri”, “Safer İlâhîleri”, “Recep İlâhîleri”, “Şâban ilâhîleri”, Zi’l-kâde İlâhîleri, “Zi’l-hicce İlâhîleri” gibi içinde bulunulan ayların özelliklerini anlatan, bu aylarda yaşanmış olayları hatırlatan ve bu ayların dînî açıdan önemine işâret eden özel yapıda ilâhîler vardır. Bunlar arasında en önemli kısmı “Ramazan İlâhîleri” teşkîl eder.

Hem “Câmi” hem de “Tekke Mûsikîsi” repertuarlarında yer alan bu ilâhîler Terâvih namâzı sırasında genellikle her dörder rek’attan sonra verilen aralarda okunmak gâyesiyle bestelenmiş eserlerdir.

Ramazan ayının karşılama geceleri adı verilen ilk on beş gecesinde okunan ilâhîlerdeki;

“Merhabâ ey şehr-i remezân merhabâ”
“Merhabâ ey sevgili mâh-ı mübârek merhabâ”
“Hoş safâ geldin şehr-i remezân”
“Geldi hoş lûtf ile şehr-i remezân”

gibi sözler son on beş gecede yani uğurlama gecelerinde yerini;

“Elvedâ bizden sana ey şehr-i rahmet elvedâ”
“Elvedâ şehr-i remezân elvedâ”
“Ey mâh-ı gufrân elvedâ”
“Zikr u tesbîh u terâvih, gitti bunlar elvedâ”

gibi sözlere bırakır.

Bir toplumun içinde yaşadığı müzik, o toplumun karakterini, ahlâkını, örf ve âdetlerini yansıtan bir ayna gibidir. Ramazan İlâhîleri toplumumuzun ve bugün kalıntıları ile yetinmek zorunda kaldığımız medeniyetimizin izlerini taşır. Bakınız ne çok sevilmiş Ramazan, nasıl gönülden ve ne çok sevinilmiş gelişine:

Merhabâ ey sevgili mâh-ı mübârek merhabâ,
Merhabâ ey âlemin feyz ü neşâtı merhabâ,
Sensin ol âlemi nûrunla münevver eyleyen,
Merhabâ ey bâis-i fahr-i mübahât merhabâ.
(İsmâîl Hakkı Bey’in Sabâ zemzeme Evsat İlâhîsinin sözleri)
mâh-ı mübârek: mübârek ay
feyz: bolluk-bereket, ilim-irfân
neşat: sevinç, neş’e
münevver: nurlanmış, aydın
bâis-i fahr-i mübahât: güzelliğiyle öğünme sebebi olan

Müştâk olup özlediğim,
Şehr-i remezân merhabâ…
Bakıp yolun gözlediğim,
Şehr-i remezân merhabâ…
(Rif’at Bey’in Uşşak Evsat İlâhîsi)
müştâk: çok istekli, fazlaca arzu eden
şehr: ay, otuz günlük süre

Donandı her yer kandiller ile
Doldu câmiler mü’minler ile
Zikr ü tesbîhler saf-diller ile
Sana eylerler şehr-i remezân
Hoş safâ geldin şehr-i remezân
(Acemaşîran Sofyan İlâhî)
saf-dil: gönlü saf

Nûr ile doldu yine kevn ü mekân
Geldi lûtf ile mübârek remezân
Zeyn olup açıldı ebvâb-ı cinân
Geldi hoş lûtf ile şehr-i remezân
(Acemaşîran Evsat İlâhî)
kevn ü mekân: varlık ve kâinat
zeyn: süslenmiş
ebvâb-ı cinân: cennet kapıları

Ramazanın gidişi karşısında hissedilenler de derîn ve hüzünlü feryâtlara dönüşür:

Elvedâ bizden sana ey şehr-i rahmet elvedâ…
Sen gidesin ille bizi yaktı hasret elvedâ…
Nûr ile zeyn oldu âlem, cümle mescîdler temâm,
Zikr u tesbîh u terâvih, gitti bunlar elvedâ…
(Acemaşîran Devr-i Hindî İlâhî)

Elden çıkardık mâhımız ,
Eflâke çıksın âhımız,
Rahmeylesin Allah’ımız,
Ey mâh-ı gufrân elvedâ…

Ol Ey Hüdâî subh ü şâm,
Zikr-i Hudâda ber-devâm…
Medet gitti şehr-i siyâm,
Ey mâh-ı gufrân elvedâ…
(Sözleri Azîz Mahmud Hudâî Hz.ne ait Hüseynî ve Eviç Evsat İlâhîler)
mâh-ı gufrân: Cenâb-ı Hakk’ın günahları bağışladığı ay

Kullarında yok sana lâyık meta’;
Elvedâ şehr-i remezân elvedâ…
Senden aldık nûr-i îman pür şua’;
Elvedâ şehr-i remezân elvedâ…
(İsmâîl Hakkı Bey’in Eviç Ağır Devr-i Hindî İlâhîsi)
meta’: kıymetli mal
nûr-i îmân pür şua’: ışıltılarla dolu îman nûru

Geldin geri gider misin?
Elvedâ yâ şehr-i remezân.
Bizi garip eder misin?
Elvedâ yâ şehr-i remezân.
(Zekâîzâde Ahmed Irsoy’un Acemaşîran Düyek İlâhîsi)

Osmanlı Medeniyeti’nde dînî yaşantı mûsikî sanatı ile iç içedir. Özellikle Osmanlı Döneminin en önemli mânevî eğitim kurumlarından olan Mevlevîlik, Hz.Mevlânâ’nın (1207-1273) büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkındaki yüceltici fikirlerinden dolayı, devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar.

Mûsikî sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Mûsikîsi Mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir.

Hz.Mevlânâ, Allah aşkıyla duyulan yüksek heyecân ve kendinden geçişin, ilâhî ilham ve neş’enin kaynağı hâline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulvîyet ve kudsîyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî olayların üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti.

Mevlevîlerin zikri olan sema’, mutlakâ mûsikî eşliğinde yapıldığından, Mevlevîhânelerde teorik ve uygulamalı mûsikî eğitimi yapılmış, bu yüzden Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârları Mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Buhûrîzâde Mustafa Efendi (Itrî), Sultan III.Selîm, Sultân II.Mahmud, Hammâmîzâde İsmâîl Dede-Efendi, Zekâî Dede, Hacı Fâik Bey, Neyzen Sâlih Dede, Hüseyin Fahreddin Dede, Neyzen Emîn Dede, Râuf Yektâ Bey, Ahmet Avni Konuk hemen sayılabilen mevlevî bestecilerdendir.

Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârlarından Hammâmîzâde İsmâîl Dede-Efendi’nin (1778-1846) muhteşem Ferâhfezâ takımını besteleyişi ile ilgili olarak Rauf Yektâ Bey’in bize naklettiği hâtıra eski medeniyetimizin Ramazanı, ibâdeti ve mûsikî sanatını nasıl bir bütün olarak yaşadığını anlatması bakımından çok önemlidir.

“1831 yılının Ocak ayı… Ramazan’ın ilk günleri…

Sultân II.Mahmud’un başimamı Zeyne’l-âbidin Efendi, mûsikî ilmiyle pek uğraşmamış olmasına rağmen, olağanüstü kâbiliyetiyle fevkâlâde Kur’an-ı Kerîm okuyan bir zat…

Sarayın başmüezzini ise Türk Mûsikîsi’nin gelmiş geçmiş en büyük birkaç ustasından biri; Hammâmîzâde İsmâîl Dede-Efendi…

Zeyne’l-âbidin Efendi terâvih namazı kıldırıyor ama, işi hiç de kolay değil…
Çünki hemen arkasında en üst düzeyde besteler yapabilecek kadar mûsikî bilen bir pâdişah, müezzin mahfilinde ise başmüezzin Dede Efendi, diğer müezzinler: Dellâlzâde, Şâkir Ağa, Mutafzâde, Eyyûbî Mehmed Bey…

Gelenek üzre, her dört rekatta bir verilen aralarda, Dede Efendi ve diğer müezzinler hangi makamdan ilâhî okursa, o makamdan Kur’an-ı Kerîm okunmaya devam edilecek…

Zeyne’l-âbidin Efendi bu güç işin üstesinden gelmeye geliyor ama, tâbir câizse alnının damarı çatlıyor…

İbâdet ederken, diğer yandan da bu mûsikî ziyâfetini zevkle izleyen sultân, bir gün İmam Efendi’ye,
“Bizim Dede seni epeyce sıkıyor amma maaşallah sen de ondan hiç geri kalmıyorsun!” iltifâtında bulunur.

Bu iltifâttan cesâret alan İmam Efendi ise,
“Sultânım, müezzinbaşı kulunuza bendeniz de bir azizlik yapmak istiyorum ammâ…” der…

Sultân bu azizliğin ne olacağını sormaya bile lüzûm görmeden, “Hay hay! Hep o sana yapacak değil a!” diyerek Zeyne’l-âbidin Efendi’ye izin verir.

Mûsikîşinaslar iyi bilirler ki Ferahfezâ makâmı, Acemaşîran makâmının pest taraftan Bûselik çeşnisiyle genişlemesinden oluşan bir birleşik makamdır. Zeyne’l-âbidin Efendi, Sultân III.Selîm döneminde Musâhib Seyyid Ahmed Ağa tarafından terkîb edilen ancak o güne kadar hiç eser bestelenmeyen bu makâmı, zaman zaman Acemaşîran yaparken doğal bir akışla kullanır ve yeni bir makâm îcâd ettiğini zannedermiş…

Dede Efendi’ye yapacağı oyun da Ferahfezâ üzerine; İmam Efendi, son dört rekata girilirken gelenek üzre yapılması gereken Acemaşîran yerine Ferahfezâ yapacak, ancak bu makamdan bestelenmiş ilâhî olmadığından, Dede Efendi, Acemaşîran bir ilâhî okumaya mecbûr kalacak…

Hemen ertesi günün akşamı, son dört rekata girilirken müezzinler alışıldık üzere Acem perdesi açmış, ancak İmam Efendi ilk cümlelerden îtibâren diziyi Ferâhfezâ’ya meyyâl seyrettirmeye başlamıştı.

Dede, daha ilk rekatta seyirdeki farklılığı sezdi…
Dizi, ikinci rekatta da pest bölgeye yönelince hemen yerinden kalkıp öğrencisi Dellâlzâde’ye “Siz idâre edin!” diyerek, müezzin mahfilinin bir köşesine çekildi ve pek meşhûr ilâhî güftelerinden,

“Şûride vü şeydâ kılan, yârin cemâlidir beni”

dizelerini, kalan iki rekat kadar bir zamanda Ferahfezâ makâmında besteleyiverdi.

Tam zamanında yerine geçerek müezzinlere “Bana peyrevlik edin!” yani “Beni dikkatle izleyerek eşlik edin” deyip o anda bestelediği muhteşem ilâhîyi müezzinlerle birlikte mükemmel bir şekilde okudu.

İmam Efendi şaşkınlık içinde, Sultân ise gülümseyerek ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

Terâvih tamamlandığında Sultân, Dede’yi yanına çağırıp, “Dede, bu makâmınızın adı nedir?” diye sordu. Dede, makâmı ve eseri nasıl bestelediğini anlatınca, Sultân gülümseyerek, “Bu terkip benim pek hoşuma gitti, adı gibi ferahlık verdi…” diyerek Dede’ye bir hayli iltifâtta bulundu ve sarayın tüm müzik gurubunu bir fasıl yapmak üzere Serdâb Kasrı’na davet etti.

Serdâb Kasrı, anlatılanlara göre Topkapı Sarayı’nın hemen arkasında Sarayburnu’nun hâkim bir noktasında yer almış, Türk mîmârîsinin şâheserlerinden biriydi. Büyük salonunun duvarları aynalarla kaplanmış ve aynaların arasına türlü çiçeklerle bezenmiş çeşmeler yerleştirilmişti. Salonun ortasında enfes bir fıskiyeli havuz ve hemen üstünde türlü şamdanlarla bezeli şâhâne bir âvize yer alıyordu. Gece mumlar yanınca karşılıklı yer alan aynaların çiçek renkli ışıkları, su sesleriyle birleşir, gönüllere gerçekten ferahlık verirdi.

İşte Dede Efendi’nin idâresinde Dellâlzâde, Şâkir Ağa, Çilingirzâde, Suyolcuzâde, Kömürcüzâde ve Basmacızâde’nin hânende; Kazasker Mustafa İzzet Efendi ve Sâid Efendi’lerin neyzen; Rızâ Efendi, Mustafa ve Ali Ağa’ların kemânî; Nûman, Zeki Mehmed, Ârif ve Necîb Ağa’ların da tanbûrî olarak yer aldıkları bu emsâlsiz mûsikî heyeti, o gün Sultân II.Mahmud’a Serdâb Kasrı’nda Arazbarbûselik Faslı’nı icrâ ettiler.

Sultân faslın sonunda,

“Bu gece pek tatlı bir vakit geçirdim; âdeta kendimi, cennette zannettim. Arazbarbûselik Faslı şimdiye kadar bu derece parlak okunmamıştı.” deyip Dede Efendi’ye dönerek,

“Dedem! Bu gece terâvih namâzında meydana çıkardığınız Ferahfezâ makâmından bu kasır için bir kâr ile beraber senden mükemmel bir fasıl isterim. Kâr’ın güftesiyle bestesi Serdâb’ın şu hâlini, suların akmasını, ışıkların âhengini tasvir etsin. İnşaallah bayramdan sonra yine burada dinleyelim.” dedi.

İşte Dede’nin muhteşem Ferahfezâ Muhammes Kâr’ı (Kasr-ı Cennet), Ferahfezâ Frengîfer Beste’si (Ey kâşı keman, tîr-i müjen cânıma geçti), Ferahfezâ Ağırsemâîsi (Bir dilber-i nâdîde, bir kâmet-i müstesnâ), Ferahfezâ Yürüksemâîsi (Bu gece ben yine bülbülleri hâmûş ettim) ve hattâ tüm Türk Mûsikîsi repertuarının en önemli eserlerinden biri olan Ferahfezâ Mevlevî Âyini bu olaydan sonra bestelenmiştir.

Ne demiş atalarımız, “Mârifet, iltifâta tâbidir”. Ramazanınız mübârek olsun.

Timuçin ÇEVİKOĞLU
Kaynak: Mostar, Sayı: 8, Ekim 2005

Yorumlar
  1. Gurcan Aral dedi ki:

    Sayın Timuçin Çevikoğlu’nun e*postası veya web sayfasına ulaşmak istiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?