Müzik Eleştirileri Üzerine
Mûsikî sanatımızın bu gün belki de en çok ihtiyaç duyduğu alan olan eleştirmenlik, sanatta düşünce üretimi sağlayan; toplumu, hatta sanatçıyı yönlendirip eğiten; müzikolojinin kullanıma yönelik bilgi alanlarının bizce en önemlisi ve gerçekten de sanatın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Bu gün her ne yapılırsa ya da sunulursa beğenilen veya umursamaz bir tavırla hiç eleştirilmeden izlenen mûsikî sanatımız, değerlendirme kriterleri toplum tarafından bilinmeyen, üzerinde hiç değerlendirme yapılmayan bir hâle düşmüştür. Toplum değerlendirme yapamamaktadır. Bu ciddî bir tehlikedir. Değerlendirme kriterlerini kaybeden toplum, yalnız binbir zorlukla meydana gelmiş değerli sanatçılarını incitmekle kalmayıp, sanatını da kaybetmek tehlikesi altındadır. Bir atasözümüzün hatırlattığı gibi ma’rifet iltifâta tâbi’ olduğundan, müşterisiz met’a zâyi olacak ve İbn-i Sinâ’nın bin yıl önceden uyardığı gibi, ilim ve sanat takdîr edilmediği yerden göç edecektir.
Sanat nedir? Sanatçı kimdir? Bir sanatçıda neler aranmalıdır? Karşımıza “sanatçı” ünvânı ile çıkarılanlar ne kadar sanatçı, onlardan topluma yansıyanlar ne kadar sanattır? Bugün maalesef toplumumuzun aydın sayılan kesimlerince bile bu soruların cevâbı verilememektedir.
Bu alanda toplumu bilinçlendirme görevinin büyük ölçüde yayın organlarına, özellikle müzik dergilerine ve buralara yazan müzikolog-eleştirmenlere düştüğü açıktır.
Bugün eleştiri yazılarından ve bu yolla yapılacak eğitimden mahrûmuz. Yazılan eleştiri yazıları sayıca çok azdır. Bu az sayıdaki eleştiri yazısı ise ya bilinçsizce türlü kepâzeliklere alkış tutmakta, ya da yine sadece eleştirmek adına iyi kötü ayırt etmeden her gördüğüne saldırmaktadır.
Ama elimizdeki belgelerden mûsikîmizin geçtiğimiz dönemlerde çok kaliteli eleştirmenlere sahip olduğu, ayrıca eleştirmenlerin de başka eleştirmenlerce dikkatle izlenerek cevaplandığı ve bu yüksek seviyedeki eleştirilerin yayın araçları yoluyla topluma yansıtıldığı görülüyor.
Kısa bir süre önce değerli mûsikîşinas Sn. Ahmet Doğan Işık’ın arşivinden elime geçen, (aslında çok da eğlenceli bulduğum) yaklaşık 50 yıl önce 22 Aralık 1954 Çarşamba günü Milliyet gazetesinde yayınlanmış devrin önemli müzik eleştirmenlerinden Refî Cevad Ulunay’ın bir konser eleştirisini ve bundan birkaç gün sonra bir başka fikir ve sanat adamı, (bestekâr, hânende, târihçi, edebiyatçı, ilâhiyatçı) Hâfız Ali Rızâ Sağman’ın (Sn. Işık’ın dedesidir) bu eleştiriye ilişkin yazıp, yine gazetede yayınladığı düşüncelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Önümüzdeki günlerde sitemizde eski gazetelerden hayranlıkla okuduğumuz başka eleştiri yazılarına da yer vermek istiyoruz.
Refî Cevat Ulunay’ın aşağıdaki yazısına konu olan konser, 19 Aralık 1954 Pazar günü Münir Nûreddin Selçuk’un şefliğinde Belediye Konservatuarı İcrâ Heyeti tarafından verilmiş ve radyodan da yayınlanmıştır.
TAKVİMDEN BİR YAPRAK – ULUNAY
22 Aralık 1954 Milliyet Gazetesi
PAZAR KONSERİ VE MÛSİKÎ EDEBİYATI
Mevlânâ ihtifali dolayısıyla yaptığım Konya seyahati beni Pazar günkü konseri radyodan dinlemeğe mecbur etti. Münir Nûreddin, konservatuar kürsüsüne geldiğinden beri klâsik kısımlar fasıl an’anesine daha ziyade sâdık kalıyor. Pişrevinden saz semâisine kadar bütün eserler, temenni edilen şekilde icrâ ediliyor. Nitekim Ferahfezâ faslı da, klâsik Türk mûsikîsine yakışan seyri, edâsı ile pek güzel icrâ edildi. Arada Necati Tokyay’ın, iptidâsından sonuna kadar bir sanat hârikası olan taksimi de bu gül demetinin – Pertev Paşa’nın dediği gibi – bir “gül-i zîbâ” sı addedilebilir. Münir Nûreddin’in en kuvvetli tarafı eserin hüviyetine sâdık kalmak şartiyle icrâsını güzelleştirmesidir.
Geçenlerde, radyoda yeni tenebbüt eden (yeşerip-yetişen, -adeta bir bitki gibi yerden çıkıp- büyüyen) okuyuculardan birini Alâeddin Yavaşça’yı dinledim. Mâlum olduğu üzere bu nevnihâller (yeni yetişenler) pek kısa bir zamanda Türk mûsikîsinin yektâzı (tek başına mücâdele edeni) oluvermişlerdir. Bir iki şarkıdan sonra hemen kendi besteledikleri eserleri de halka arz ederek yalnız okuyucu değil, bestekâr olduklarını da anlatmak fırsatını fevtetmezler (kaçırmazlar). Mûsikîye hakkıyla vâkıf olmadan yapılan eserler, ister istemez aşirementûnidir (onuncu sınıftır?). Ama radyo, ucu bucağı bulunmayan bir cündî (er, sipâhî-ata binen asker-) meydanıdır. Orada küheylan eser de koşturulur, sütçü beygiri de… Böyle besteler rağbet (iyi) veya abes (boş, faydasız) notu verilmek sûretiyle hükmünü izhâr eden (kararını açığa vuran) halkın tenkîdine (eleştirisine) kalmıştır. Fakat bu yeni beylerin eslâfın (geçmişlerin) eserlerine karşı gösterdikleri lâubâlîlik (dikkatsizlik, saygısızlık, senli-benli tavır) tahammül mülkünü yıkacak kadar tahripkâr oluyor. Bu gencin de Dede’nin “Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü” rastını lîme lîme eylediğini görünce hiddetten bir tarafıma inmesin diye düğmeyi çevirmeğe mecbûr oldum.
Yâhu! İsmâil Dedeler, Dellâlzâdeler, Zekâî Dedeler, Şâkir Ağalar, Hacı Ârif Beyler, sizler hiç vâris bırakmadınız mı? Hazînelerinizi yağma ediyorlar… Meded!
Bizde mûsikî edebiyatla beraber gider. Bu nevhevesler (yeni hevesliler) edebiyat değil, doğru dürüst Türkçe’yi bilmiyorlar.
Büyük bestekârlardan Nikoğos Ağa, mûsikî tahsil eylemek üzere Dellâlzâde’ye gitmiş. Dellâlzâde: “Sen, demiş, Türk edebiyatını bilmezsen bestekâr olamazsın.” Nikoğos Ağa, üstâdın elini öpmüş, çıkmış, doğru Bursa’ya Ahmet Vefik Paşa’ya gitmiş. Paşadan üç sene edebiyat tahsil etmiş. Ondan sonra Dellâlzâde’ye gelmiş, o da memnûniyetle bu sanat âşığını yetiştirmiş. Nikoğos’un eserlerinde en ufak bir Ermeni lehçesi yoktur.O zaman bestekâr böyle yetişirmiş. Bizim sanatkârlara daha güftelerde liyezonu (hece bağlamayı) öğretemedim. Muallâ Yakar, usûle muvafık okumasına rağmen, solosunda “âşık…oldum” diyor. Şunu “âşı…koldum” şeklinde okuyamıyor.
Âşık oldum yavrucağım gözüne
Hak saklasın göz değmesin özüne
Mısraında da, “gözünü, yüzünü, özünü” birbirine karıştırmakta bir mahzur görmüyor. Mûsikî edebiyatında güftenin kendine mahsus telâffuzu vardır. Meselâ eski esrelerde “itmek” yerine “etmek” masdarı kullanılırsa eserin içine edilir. “ Ey büt-i nevedâ, olmuşam müptelâ” dır. Bunu “olmuşum” demek için câhil olmak lâzımdır. “Bülbülem bir güle” yörük semâîsi “bülbülüm” diye okunmaz. Hacı Ârif Bey’in “Gurbet ilde beni sevdâzede-i vuslat edip, gezdiren firkat ile sarsar-ı aşkın yelidir.” mısraını “serseri aşkın yelidir” yapmışlar. “Sarsar”ın şiddetli rüzgâr olduğunu bilmiyorlar, öğrenmek de istemiyorlar.
Mustafa Kovancı solosunda muvaffak olamadı. Akord, bolâhenkten bir perde pes olduğu için sesine uymadı. Yörük semâîde “Lûtfeyle aman…” ile başlayan terennümü ırak perdesinden başlaması lâzımken eviç perdesi ile başladı ve kararda tize çıkmak mecbûriyetinde kaldı.
Üçüncü kısım pek güzel oldu. Bilhassa Şehnâz Divan enfes okundu. Konservatuarda “mûsikî edebiyatı”na ehemmiyet vermek îcâb eder. Heves edenler olsa hasbeten lillah (Allah rızâsı için) okuturdum. İlimde buhûl (cimrilik) yoktur.
İşte levh (üzerine yazı yazılacak zemîn), işte kalem, işte kütüb (kitaplar), işte fuhûl (büyük âlim, bir konuyu emsâllerinden iyi bilen kişi).
MÛSİKÎ EDEBİYATI
Ali Rızâ Sağman
Evvelki gün yüksek okuyucularımızdan birkaçı beni ziyaret edip bir gazete gösterdiler. 22 Aralık 1954 tarihli Milliiyet gazetesindeki “Mûsikî Edebiyatı” başlıklı ve “Ulunay” imzalı yazıyı okudular.
Ulunay ile aramızdaki tanışma ve sevişme bugün 41 yaşındadır, birkaç gün sonra 42 yaşına basacak.
Bu değerli dostum her yazısı gibi bu yazısında da çok önemli mevzulara temas etmiş ve pek güzel ve yerinde intikadlarda (tenkitlerde, eleştirilerde) bulunmuştur. Her zaman olduğu gibi bu yazısından dolayı dahi kendisini takdir ve tebrik etmeği vazife bilirim. Ancak, bu yazısında verdiği bir iki misâl var ki, müsaadeleri ile, onlara ilişeceğim. Bu misâller zannediyorum ki beni de şahsen ilgiler gibidirler.
“Olmuşam” ı “olmuşum” demek için câhil olmak lâzımdır diyorlar. Bu derece ağır ve keskin bir hükmün “mesned”ini anlayamadığımı itiraf ederim. “Olmuşam” tarzı, bir telâffuz tarzıdır. Bu tarz Âzeri tarzıdır. Bugün dahi Azerbaycan ve bu bölgeye komşu Anadolu şîvesi bu tarzdır. Biz şöyle düşünüyoruz:
a) Bu tarzı, bugün çok incelmiş olan ağzımıza sokmak, yersiz ve mânâsız bir iştir.
b) Süleyman Çelebi’nin “Âşık olmuşam, bende kılmışam” şeklinde telâffuz ettiği sâbit olsa dahi, bugün o telâffuz tarzına bağlı kalmamızı mûcip (gerektiren) hiçbir ilmî sebep yoktur. Bu kelimeleri “olmuşum, kılmışım” şekillerinde telâffuz, târihî eseri tahrip faslına girmez. Eski telâffuz tarzına bağlılık ancak o eskiliği gösterme makâsıdının (maksatlarının) bulunduğu mevzûlarda olur ki, bunlar “temsiller” dir.
c) Olmuşam, kılmışam… şeklinde bir mûsikî edebiyat duymadık. Bülbülem bir güle kim olmuşam gibi telâffuz şekilleri bizim bildiğimize göre mûsikî edebiyatı örnekleri değil, telâffuz tarihine ait örneklerdir. Tarihin bu telâffuz tarzına bugün bağlı kalmaya lüzûm yoktur. Hele bu bağlılığı kabûl etmeyenleri “câhillik” ile itham, keskin bir giyotinden daha ağır bir cezâya uğratmaktır.
d) Mevlîdde “Allah âdın …” tarzı eski tarzdır. Bunun yenisi: “adını” dır. Bunu bozmak belki eserin aslını tahrif olur. Ama “olmuşum” okumak tahrif değildir. Süleyman Çelebi de belki böyle okuyordu. Eski yazının aczi bunları böyle yapmıştır.
Şimdi muhterem Ulunay’dan şunu ricâ ediyorum: Yukarıya yazdığım maddeleri okuduktan sonra, güzel yazılarında vaad buyurduğu üzere “hasbeten lillah” bizi aydınlatsınlar. “Olmuşum” okumak neden câhilliktir.
Misâlin diğeri: “etmek” masdarıdır.
Eski yazıda aynı şekilde yazılan, fakat mânâ bakımından hiç münâsebeti bulunmayan iki kelime vardı.Bunlardan biri muavin (yardımcı) fiil olan “etmek”, diğeri “def” mânâsına olan “itmek”!
Dili yalnız yazıdan öğrenenler bu iki kelimeyi aynı sesle telâffuz hatasına düştüler. Hâlbuki, bu iki kelimenin anlamları başka başka idi. Yardımcı fiil olmayan kelime “it” şeklinde okunduğu halde, yardımcı fiil olan kelime “et” şeklinde okunur ve söylenirdi. Diğerinden fark edilmek için bu tarzda okumak lâzımdı. İkisini aynı şekilde okumak câhillikti. Bu cehâlet yazının kifayetsizliğinden doğma bir işti. Ne yazık ki bu gün dahi yazımız, yardımcı fiil olan bu kelimenin özel sesini vermek kudretinden mahrumdur. Bakınız! Bir “it” var, bir de “et”. Yardımcı fiilin telâffuz tarzı o da değildir o da. İkisi arasında bir sestir ki yardımcı fiilin sesini meydana getirir. Bu sesin, bu tarzın, yazımızda resmi, işâreti ne yazık ki yoktur.
Bu mütâlâalardan sonra muhterem Ulunay’ın verdiği misâle dönelim: “İtmek yerine etmek masdarı kullanılırsa eserin içine edilir”.
Neden yâ hazret?! Eskiden câhiller öyle kullanmışlar diye mi biz de yanlış kullanalım. Çok iyi bilirsiniz ki câhilin yanlışı, bâtıl gibi makîsünaleyh (görülen bir yanlışa dayanarak benzetme yoluyla başka bir sonuç çıkarmak) olamaz. Bugün Konya tarafının “it” şeklinde telâffuz etmesi dahi hatâyı irtikâbımıza (hatâya düşmemize, kötü bir iş işlememize) sebep olamaz. Ortada iki kelime var. Bambaşka mânâda iki kelime. Bunlardan biri diğeri yerinde kullanılamaz. Kullanılırsa ilmin içine edilir. Eser-i cehâlet, isr-i delâlet olamaz. (Câhilliğin eseri, doğru yolu göstermekte kılavuz olarak kullanılamaz.)
Sayın yazarın “Bülbülem bir güle” misâli, bana bu eseri beraber geçtiğimiz 1914 yılını hatırlatmıştır. Burada “kim” kelimesini unuttuğunu hatırlatırım. Söz, “Bülbülem bir güle kim” dir. Bu “kim” kelimesini “ki” şeklinde kullanmak da câhillik midir?
Değerlendirmeye bile alınamayacak seviyedeki bestekârların, koro şeflerinin, icrâcıların el üstünde tutulduğu mûsikîmizin, bugün dünden daha çok Ulunay’lara, Sağman’lara ihtiyâcı var. Eleştirisizlik veya eleştirmensizlik duvarlarının arkasına sığınıp türlü soytarılıkları sanat diye sunanlar kendine çeki düzen vermeli, toplum aydınlanmalı, sanatla uğraşanların kötüleri elenmeli, iyileri de daha doğruya ve iyiye yönelmeye mecbûr bırakılmalıdır.
Ulunay’ın eleştirisinde ne kadar haklı olduğunu bilmemize imkân yok, ama yaptığı eleştirinin bugün Türk Müziği’nin en büyük birkaç icrâcısından biri olan Alâeddin Yavaşça’ya katkısı olmamış mıdır? Ne dersiniz?
Timuçin ÇEVİKOĞLU
Kaynak: Mutriban.COM
Henüz yorum yapılmamış.